Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

ŞEFKAT VE MERHAMET PEYGAMBERİ

Kur’an’da 114 yerde tekrarlanan besmelede Allah’ın sürekli vurgu yapılan iki ismi vardır: Rahmân ve Rahîm. Varlık var oluşunu Rahmân’ın eseri olan rahmet ve merhamete borçlu olduğu gibi devamını da O’nun şefkatine borçludur. Kâinatın düzeni sevgiye dayanır. Sevginin temeli de şefkat ve merhamettir. Merhamet olmayan yerde sevgi, sevgi olmayan yerde şefkatten bahsedilemez. Bunlar birbirini bütünleyen şeylerdir. Bu yüzden Kur’an Yüce Peygamberimiz’i Rahmân ve Rahîm mazharı, rahmet ve şefkat peygamberi olarak takdim emektedir. Nitekim âyetlerde şöyle buyurulur: “Habîbim, biz seni âlemlere ancak rahmet olmak üzere gönderdik”[1]; “Size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, hüsrânınıza üzülür, saâdetinizi ister; yüreği şefkat (raûf) )ve merhametle (rahîm) çarpar!”[2]

O şanlı nebî, âlem-şümûl rahmetin biricik temsilcisi olduğundan sadece bir bölgenin, bir yörenin, bir iklimin ve bir ırkın değil, topyekün insanlığın şefkat ve merhamet ocağıdır. Onun her şeye şâmil olan merhameti, âlem-şümûl rahmeti ve insânî şefkati en çok beşerî münâsebetlerde ortaya çıkmakla birlikte cemâdâttan nebâtâta; yani cansız varlıklardan bitkilere ve hayvanlara varıncaya kadar bütün varlıkları kapsamaktadır. Onun insânî ilişkilerini incelediğimiz zaman şefkat ve merhametin en şâhika örneklerini görürüz. Çünkü o lânetçi değil, rahmet peygamberiydi.[3]

Rahmet peygamberinin bu temel özelliğini Kur’an şu lafızlarla takdim etmektedir: “Allah’ın rahmeti sâyesinde ey Muhammed sen insanlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları bağışla, onlar için mağfiret dile, iş konusunda onlarla istişâre et. Bir kere karar verdin mi Allah’a tevekkül et! Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”[4]

Bu âyette Allah Rasûlü’nün insânî ilişkilerinin zemininin rahmet ve şefkat olduğu belirtilmektedir. İnsanların yanlışlık ve taşkınlıklarına hoşgörü ile mukâbele etmesi ve onlar için Allah’tan mağfiret dilemesi öngörülmektedir. Ayrıca yapılacak işlerde insanların görüşlerine başvurması tavsiye edilmekte, ancak karar aşamasına gelmiş işlerde ise kararsızlık göstermeden Allah’a dayanarak işin sonuçlandırılması emredilmektedir.

Ayet ve hadislerin ışığında yapılan İslâm tariflerinde merhamet ve şefkat, özel bir biçimde yerini almıştır: “İslâm, Allah’ın emrini ta’zim; yani O’na kul olmak, O’nun yaratıklarına şefkat ve merhamet” olarak tanımlanmıştır.

İslâm’ın özünde bulunan Muhammedî şefkat ve merhamet umûmîdir. Yaratılan her varlığı, Hakk’ın kudret tecellisine mazhar her şeyi kuşatmaktadır. Çünkü Allah, peygamberinin bu duyarlılıkta olmasını istemiştir. İnsanların bir dağ ve kaya parçası gibi gördüğü Uhud Dağı için söyledikleri bu mânâda çok çarpıcıdır: “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever.”[5] Cansız gördüğümüz bir dağın canlı gibi sevgi duygusunu anlayacak ve pozitif enerjisini kavrayacak ancak Allah Rasûlü’nün gönlü gibi yüce bir gönül olabilirdi.

Sevgili Peygamberimizin bütün varlıklara şâmil şefkat ve merhametinin bitkileri, ağaçları ve çiçekleri de kuşattığını görüyoruz. Nitekim o şöyle buyurur:“Kim bir sidre ağacını keserse, Allâh onun başını cehenneme uzatır.”[6] Onun anlayışında korunmaya muhtaç ve hayatın devamı için lüzumlu olan her şey şefkat ve merhametle korunmalıydı. Bu yüzden hayvanlarına eziyet eden insanları insaf ve şefkate davet ederdi. Nitekim Allah Rasûlü bir gün ensârdan birinin bahçesine vardı. Orada bulunan deve Rasûlullâh’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Allah Rasûlü hayvanın yanına gidip başını okşadı, devenin ağlaması durdu. Sonra Rasûlullâh bahçe sâhibini arayıp buldu ve adama buyurdu ki: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun? Bu hayvan senin onu dövüp işkence ettiğinden şikâyet etti.”[7]

Bir başka seferinde keseceği hayvanın gözü önünde bıçağını bileyen sahâbîye: “Sen bu hayvanı kaç defa öldüreceksin?”[8] diye çıkışmıştı. Mekke’nin fethi için Medine’den kalkan on bin kişilik ordusuyla Mekke yakınına gelen Allah Rasûlü’nün yeni yavrulamış bir köpeği askerler tarafından ezilmesin diye, başına nöbetçi dikerek koruma altına almış olması[9] Efendimizin  yaratılanlara şefkatini gösteren çok önemli bir hadisedir.

Efendimiz’in şefkat ve merhameti bütün varlıklar için olduğu gibi insanlık âlemi için de cihânşümûl bir vasfa sahipti. O, bir gün buyurdu ki: “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” Sahâbîler dedi ki: “Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” Allâh Rasûlü şöyle buyurdu: “Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhametiniz değil, bilakis bütün yaratılanlara şâmil olan merhamettir.”[10]

İşte bu nebevî özellik gönül dünyamızı aydınlatan tasavvuf muhitlerine Yûnus diliyle şöyle yansımıştır:

Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü

Yaradılanı severiz / Yaradanından ötürü

Sadece kendi nefsî istek ve taleplerinin farkında olup onları putlaştıran kişi ve kimseler bu âlemi îmâra değil, belki vîran etmeye âmâde insanlardır. Oysa insanoğlu bu âleme önce kendi gönlünü îmâr etmeye, ardından gönüller îmârına gelmiştir. Gönlünde şefkat ve merhamet bulunmayan kimsenin başka gönülleri îmâr etmesi mümkün değildir. Uyuyan, uyuyanı nasıl uyandırabilir ki? Uyandırmak derdinde olan insanın önce kendisi uyanmalıdır. Allah Rasûlü bu mânâda engin gönlüyle ve diri kalbiyle ashâbını ilmek ilmek, motif motif işlemiş onları merhamet ve şefkat önderi, sevgi eri sevdalı insanlar haline getirmiştir.

Muhammedî şefkat ve merhamette şikâyete ve dertlenmeye yer yoktur; çünkü şikâyet; acz ve enâniyet ürünüdür. Her şeyin kader planında cereyan ettiğini bilen insan kimi kime şikâyet edebilir? Şefkatte hüzün vardır, gözyaşı vardır ama asla şikâyet ve dertlenme yoktur. Kendini eksik ve kusurlu görmesini bilen başkasına kusur izâfe etmekte acele etmez. Lütfa açık, ıstırap ve çileye kapalı bir gönül hüznün erdirici hazzını asla tadamaz. Hüzündeki hazzı tadamayınca da mahzun gönüllerle bir şey paylaşamaz.

Muhammedî şefkat ve merhamet insana âlemdeki tecellîleri cemâl ve celâl boyutuyla kavrayıp kuşatmayı ve bunun sonucunda Allah’tan gelen acılardan burukluk duymamayı bahşeder. Nitekim bir sûfî şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:

Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül, yahud diken

Ya hil’at ü yahud kefen / Lutfun da hoş kahrın da hoş

İslâmî anlayış, Muhammedî rahmet ve şefkat ikliminde insanları sevmeyi, sevgi denizinde buluşmayı öğütlemektedir. Bugün müslümanlarda ve İslâm âleminde bundan farklı bir görüntü varsa, bunun kusuru ya İslâm’ı tam olarak anlamamış olan müslümanlardadır, ya da müslümanlığın gücünden korkarak müslümanların ve müslümanlığın güzel yüzünü sıvayıp onu uzlaşmasız, terörist göstermeye çalışanlardadır. Biz her zaman şu iki gerçeği birbirinden ayırmalıyız: “Müslümanlık başka, müslümanlar başkadır.” Müslümanlarda görülen pek çok hata ve kusuru hemen İslâm’a hamletmek insaf ölçüleriyle bağdaşmaz. Üstelik önümüzde şefkat ve rahmet nebîsi ve onun örnek hayatı varken.

[1] el-Enbiya, 21/107.

[2] et-Tevbe, 9/128.

[3] Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118.

[4] Âl-i İmrân, 3/159.

[5] Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hac, 504.

[6] Ebû Dâvûd, Edeb, 158-159/5239.

[7] Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549.

[8] Hâkim, Müstedrek, IV, 257, 260/7570.

[9] Bkz. Vâkıdî, II, 804.

[10] Hâkim, Müstedrek, IV, 185/7310.