Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

NEVŞEHİR İL MÜFTÜLÜĞÜ BÜLTENİ KASIM-ARALIK 2012/RÖPORTAJ

A. Baki ÖNCEL: Sayın Hocam, diyanet ve mes‘uliyet konusunda câmiamıza değerli görüşlerinizi aktarmak isteriz. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?


Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ
: Bizi yüce dinine hizmet gibi bir şerefle şereflendirdiği için Cenâb-ı Hakka şükretmeliyiz. İbn Atâullah İskenderî der ki: “Bir kul, Allah Teâlâ’nın nezdindeki yerini öğrenmek istiyorsa Allah Teâlâ’nın kendisini nerede, hangi işte istihdam ettiğine baksın…” Allah kendisini hangi işte istihdam ediyor? Bu anlamda baktığımız zaman, her birimiz, Allah’ın kullarını Allah’a dâvet gibi son derece şerefli bir hizmetle müşerrefiz. Bu bakımdan Cenâb-ı Hakka hamd etmeliyiz. Bir iş ne kadar mes‘uliyeti mucip, sorumluk isteyen bir iş ise, o kadar şereflidir. Bir iş ne kadar şerefli, onurlu ve mükerrem ise sorumluluk ve mes‘uliyeti de o kadar yüksektir. Biz, hep birlikte sorumluluğu çok olan bu şerefli hizmeti taşıyoruz.  ÖNCEL: Efendim, dini duygunun bir merkezden yönetilmesi ve dini hayatın yaşanmasında, diyanetin kuruluşundan günümüze kadar işlevi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

YILMAZ: Diyanet İşleri Başkanlığımız bu fonksiyonu yerine getirmek için 3 Mart 1924’te kurulmuş çok önemli bir kurumdur. 1924’ten günümüze kadar görmezden gelindiği, gerilere itildiği zamanlar olmuştur, ama Allah’a hamdolsun ki, Diyanet İşleri Başkalığının varlığı, ülkemizde dini hayatın devamı, birlik ve beraberliğin tesisi ve dini duygunun bir merkezden yönetilmesi açısından gerçekten çok önemlidir. Başkanlığımız bu açıdan büyük hizmet icra etmiştir.
Şunu söylemek gerekir ki, Diyanet İşleri Başkanlığının belki yetersiz kaldığı dönemler olmuştur ama Diyanet İşleri Başkanlığından din-i mübîn-i İslam’a aykırı bir fetva en zor zamanlarda bile çıkmamıştır. Mesela Diyanet İşleri Başkalığı 1930’lu yıllarda İstanbul Göztepe’de, Tütüncü Mehmed Efendi Camiinde, Türkçe tercüme ile akşam namazı kıldıran imam efendiyi telgraf emriyle o günün akşamında, görevden azledebilmiştir. Evet, bu tarihi bir gerçektir. Yine tarihi süreç içerisinde müşavere heyeti veya başka isimlerle anılan ve günümüze kadar gelen Din İşleri Yüksek Kurulu, dînî esâslara aykırı bir fetva vermemiş; Din-i mübîn-i İslamın haram dediklerine helal, helal dediklerine haram dememiştir. Bir farzı yok saymamış, bu kurullardan asla dinin hilafına bir fetva çıkmamıştır.

ÖNCEL: Sayın hocam, Diyanet İşleri Başkalığımız için ülkemizdeki dini bütünlüğü sağlayan en önemli kurumlardan birisidir, dememiz abartılı olur mu?

YILMAZ: Hayır, tam aksine… Diyanet İşleri Başkalığı gibi bir kurumu olmayan İslam ülkelerindeki siyasi ve sosyal çalkantılara bakın. Afganistan’a, Pakistan’a bakın. Oralarda Diyanet İşleri Başkalığı gibi bir kurumun bulunmaması, çok farklı çatlak seslerin çıkmış olması, dini hayatı zora sokmuştur. Bu bakımdan kurumumuzun, kuruluşundan günümüze gelinceye kadar,  sosyal dokumuza uygun çok önemli hizmetler icra ettiğini görmemek mümkün değildir. Özellikle 2010 Temmuzunda yayınlanan 6002 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yeniden düzenlenmesiyle ilgili kanunla birlikte teşkilatımız, olması gereken noktaya daha da yaklaşmıştır. Belki bugün henüz tam arzu edilen noktada değildir ama en azından toplumdaki etkinliği, sosyal statü ve kariyer sistemi konusunda önemli bir yere gelmiştir. Bu bakımdan Diyanet İşleri Başkalığımızı bu gözle yeniden okumaya çalışmak lazım.

ÖNCEL: Sayın Hocam, din-toplum ilişkisinde, sosyal dokuya ait görüşleri ve farklı düşünceleri kuşatabilen bir üst çatı kimliğine kavuşmuş bir Diyanet görüntüsü var, bu konuda ne dersiniz?

YILMAZ: Diyanet İşleri Başkanlığımız sürdürülebilir bir din hizmetine taliptir. En zor zamanlarda dahi başkanlık bu sürdürülebilir din hizmetini siyaset üstü tutmuştur, siyaset üstü konumunu ortaya koymuştur. Önceden belki diyanet ve ötekiler vardı ama yeni kanunla birlikte bu değişti. Kanun, gerek Din Hizmetleri Genel Müdürlüğüne yüklediği görevler, gerekse Din İşleri Yüksek Kurulunun hizmetleri tâdâd ederken saydığı hizmetler bakımından Diyaneti, toplum içindeki her türlü sosyal dokuya ait görüşleri, fikirleri ve farklı düşünceleri kuşatabilecek bir üst çatı kimliğine kavuşturmuştur.

ÖNCEL: Sayın Hocam, globalleşen dünyada vatandaşlarımız dünyanın her yerinde bulunmakta. Vatandaşlarımızın bulunduğu yerlerde de dinin doğru bir şekilde anlaşılacağı ve yaşanacağı din hizmeti sunma ihtiyacı doğmaktadır. Diyanet bu konuda üzerine düşeni yeterince yapabilmekte midir?

YILMAZ: Evet bu önemli bir husus. Diyanet İşleri Başkalığımız, küreselleşen dünyada yerini almak durumundadır. Yurt dışına çeşitli maksatlarla giden insanlarımızın dini doğru öğrenmelerini sağlamak amacıyla devletin müdahalesi 1980’li yıllarda başladı. Diyanet İşleri Başkalığı, Devlet imkânlarıyla ilk defa 12 Eylül harekâtından sonra yurt dışıyla tanışmış. 1990’lardan sonra da Türk Cumhuriyetleriyle, daha sonraki süreçte ise bütün dünyayla… Şu anda seksen küsur devlette Diyanet İşleri Başkalığının temsilcileri, müşavirleri, ataşeleri, din görevlileri ve Diyanet Vakfıyla götürdüğü hizmet alanları bulunmaktadır. Son 4-5 yıl içerisinde önümüze açılan çok büyük bir coğrafya var.

ÖNCEL: Efendim, Diyanet teşkilatı küresel bir akım haline gelmiştir diyebilir miyiz?

YILMAZ: Bakınız, derileri siyah ama gönülleri bembeyaz olan Afrika topluluğu var. Bugün Afrika, Diyanetin gündemine hızla düşmüş durumdadır. 2006 ve 2012 yıllarında yapılan Dini Liderler Zirvesiyle, Afrika gündeme gelmiş ve Diyanet İşleri Başkalığımız o bölgelere ataşelik ve müşavirlikler açarak din adamlarıyla fiilen orada olmak istemektedir. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığının gündeminde sadece Türk Cumhuriyetleri, kardeş akraba toplulukları ve vatandaşlarımızın yaşadığı batılı ülkeler değil, Afrika’daki Müslüman ülkeler ve hatta Müslüman sayısı az olan ülkeler de vardır. Hattâ Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden yetkililer, Diyanet İşleri Başkalığının yapısını inceleyip “biz de böyle bir yapıyı oluşturalım” diye konuyu gündeme getirmektedirler.

ÖNCEL: Değerli Hocam, dünyaya açılan hizmetlerini ayağı yere sağlam basan bir anlayışla devam ettiren Diyanet teşkilatımız, rasyonalist bir politika mı izlemekte,  yoksa gelenekçi bir politika mı izlemektedir?

YILMAZ:  Din-gelenek anlayışı açısından baktığımızda asıl olan dinin nasslarıdır; Kitap ve sünnettir. Bu açıdan bakarsak gelenek çok önemlidir. Diyanet teşkilatımız olaya bu açıdan bakmakta ve hizmetlerini ve yayınlarını bu çerçevede geliştirmektedir. Keza din-akıl ilişkisi açısından elbette rasyonalistliği görmezden gelmesi mümkün değildir. Elbette rasyonalizmi görecektir, ondan ders alacaktır ama yolunu yöntemini kendisi çizecek, kitap ve sünnete bağlı kalarak değerlendirecektir. Keza din-ilim ilişkisinde de, elbette müspet ilmin geldiği noktayı görmezden gelmek mümkün değildir. Onu da göreceğiz ama biz merkeze dinî nassları alacağız. Pozitif/müsbet ilmi hiçe sayan, görmezden gelen değil, onları yücelten de değil; ilmi dini nassların önüne geçirmeden, onlardan da istifade eden bir konumda olacağız.

ÖNCEL: Efendim Diyanet-siyaset ilişkisi ve toplumsal değişim, dönüşüm hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz. Neler dersiniz?

YILMAZ: Diyanet İşleri Başkalığının kurumsal kimliği, siyaset üstü ve siyaset öncesi bir konumdadır. Her siyasi görüşe aynı uzaklık ve yakınlıktadır. Diyanet, asla siyasetin içinde olmamıştır ve de olmamalıdır, bunu da bu vesileyle ifade etmiş olalım. Toplumdaki değişimi görmek ve bu değişimle birlikte, dinimizin bize öğrettiği değişimi ön plana almak, Diyanetin politikaları arasındadır. Çünkü değişmeyen, değişeni takip etmeyen, bir süre sonra o değişimin getirdiklerine yenilir. Biz kendi tabii değişimimizi takip etmek zorundayız. Mevlana’nın deyimiyle, pergelin bir ayağı şeriat üzerinde sabit, diğer ayağı alabildiğine açık olmalıdır. Keza din hizmetleri gönül eksenli, hâl eksenli olmalı; Diyanet bu hizmetlerin daha kalıcı, daha etkili olduğunu görmekte ve yol haritasını din gönüllülüğü esası üzerine tesis etmektedir. Dinin bir gönül işi olduğunu bilmek, gönüllere ulaşmanın dini yüceltmek anlamına geldiğini görmek gerekiyor.

ÖNCEL: Efendim, tarihte din gönüllülüğünün kurumsal işlevi ve günümüzde din gönüllüğü konusunda ne dersiniz?

YILMAZ: Tarihe baktığımız zaman din-i mübin-i İslam’ın yayılmasında iki önemli boyut vardır: Bunlardan birisi “leşker-i gaza”, diğeri “leşker-i duâ”dır. Leşker-i gaza, İslam mücahitleridir. Efendimiz (s.a.)’den itibaren İslam’ı kıtalara taşımak için ovalar, çöller aşan mücahitler elbette İslam’ın yayılmasındaki en önemli unsurlardır. Ama bir de, leşker-i duâ vardır ki, bunlar duâ ve dâvet ehli olan kişilerdir. İşte bunlar ariflerimizdir, gönül ehli olan insanlardır. İslam tarihi boyunca leşker-i gaza ile leşker-i duâ sürekli birbirleriyle paslaşarak ve nöbetleşerek hizmet yapmışlardır. Bazen leşker-i gaza önde gitmiş, beldeleri ülkeleri İslam’a açmıştır. Arkasından leşker-i duâ dediğimiz âlimlerimiz, ariflerimiz, din adamlarımız gelmişler ve insanların kalplerini İslam’a açmışlardır… Bazen tersi olmuş; leşker-i duâ önden gitmiş ve dâvet hizmetini gittikleri yere ulaştırarak önce fütûhu’l-kulûbu gerçekleştirmişlerdir. Açtıkları iş yerleri, fırıncı ve demirci dükkânları ve içinde bulundukları meslek guruplarıyla oralarda bulunmuşlar, hâlleri ve yaşayışlarıyla İslam’ı anlatmış, kalplerde İslam inancını oluşturmuşlardır. Arkasından da leşker-i gaza gelmiş ve o bölgedeki toprakların İslam toprakları hâline gelmesini sağlamışlardır. Dolayısıyla leşker-i gaza ve leşker-i duâ iki önemli gönüllü guruptur. Sizler hepiniz leşker-i duâ konumunda yer alarak İslam’ı, insanların gönüllerine götürmeye çalışarak en önemli görevi ifa ediyorsunuz. Güler yüzüyle İslam’ı temsil eden din âlimleri, din gönüllüleri, toplum için aynı zamanda bir sahil-i selamet; yani sığınılacak bir liman mesabesindedir. Hakikaten insanlar, toplumda gerek ferdi problemlerinden gerekse içtimai problemlerinden bunaldıkça böyle bir sığınak, böyle bir liman aramaktadırlar. Bu yüzden din adamları, din dâvetçileri, din gönüllüleri, toplumun bu anlamda sığındığı limanlar mesabesindedir. Tabii asıl olan Müslümanlıktır ve Müslümanlığın bize öğrettiği gerçeklerle buluşmaktır. Aslında toplumumuz ve bütün toplumlar akarsu gibi bir yere akıp gidiyor. Nasıl bir akarsu eğer yolun üstünde kirli bir suya rastlarsa onun rengi, kokusu, tadı bozuluyor ve suyun o güzel özellikleri zail oluyorsa toplum da böyledir. Toplum bir yerlere akıp gidiyor. Ama bu akıp gidiş esnasında zaman zaman sahip olduğu değerleri bozan, manevi yapısını yaralayan, zedeleyen şeylerle karşılaşmaktadır ki, bunlar toplumlarda bozulmaya yol açan unsurlardır. İşte din gönülleri suya karışmış o bozucu unsurları temizleyen, o suyun tekrar eski temiz halini alması için çaba sarf eden önemli kişilerdir.

ÖNCEL: Sayın Hocam, din gönüllüsü kurum, kuruluş ve fertlerin hedef kitlelerine ulaşmaları nasıl olmalı?

YILMAZ: Din hizmeti gören, dinin dâvet ve neşrinde vazife alan insanlar, bir yemeği servis yapan garsonlar gibidir. Tabiri caizse İslam nimeti en güzel aşçının pişirdiği taam/yemek ise, onun servisini yapacak din âlimleri ona liyakatli, ona layık garsonlar olmak durumundadırlar. Bir yemek ne kadar leziz ne kadar güzel olursa olsun onu sunan eller, kılık kıyafetleri ve yüz ifadeleriyle, üslup ve sözleriyle ona liyakatli değillerse, insanların o yemeğin tadına bakmalarına ve yemelerine fırsat vermezler… Bazıları İslam dininin güzelliklerini servis yapmak isteyen bu dinin mensuplarını, son derece kirli paslı gösterip, insanları ve topyekûn insanlığı bundan uzaklaştırmak istiyorlar… Dolayısıyla bize düşen, ağır başlı ve vakur olmak; söz ve davranışlarımızla, sunduğumuz bu en mükemmel taamın en iyi garsonları olma şerefine ulaşmaktır. Hz. peygamberle ilgili ortaya çıkan son derece pespaye filmin gösterilmesi üzerine, bazı yerlerde ve yörelerde gerçekten büyük provokasyonlar gerçekleşti. Bu oyunu tezgâhlayanların istediği oydu; o olayları kışkırtarak, işte Müslümanlar budur denilmek istendi. Türkiye’de daha vakur, daha güzel sesler çıktı. Hem başkanımız hem de diğer bazı hocalarımız tarafından gerçek ifade edilip bize yakışan tavır sergilendi.

ÖNCEL: Efendim, hizmetlerde profesyonellik konusunda ne dersiniz, Diyanet mensupları İslam’ı sunmada profesyonel yöntemler uygulayabiliyorlar mı?

YILMAZ: Din hizmeti amatör ruh isteyen bir hizmettir. Şimdi profesyonelleşmek pek çok alanda güzeldir. Hatta hizmetin sunumunda da profesyonelleşip, profesyonel imkânlarla donanmak güzeldir. Ama ruhun amatör kalması şarttır. Ruh, amatör olmaz, profesyonelleşirse; insandaki duygu, sevgi ve ilgi zaafa uğrar. İnsanın dini sunma konusunda göstereceği olgun tavır eksik kalabilir. Ben buna şöyle bir örnek veriyorum: İnsanın, yakınlarının cenazesini yıkaması kendisinin görevidir. Vefat eden bir kadını kızı, bir erkeği oğlu yıkayacaktır veya yakını yıkayacaktır. Buradaki hikmet şudur: İnsan, kendi yakınının cenazesini yıkadığı zaman, ölümden ibret alıp hayatın faniliği ve geçiciliği noktasında kendini yeniden test edip nefsini hesaba çekmek gibi bir realiteyle karşı karşıya kalır. Hakikaten babasını veya kardeşini yıkayıp kabire koyan bir insan ölüme bir nasihatçi gözüyle bakar. Ama ölü yıkayan insan profesyonelleşirse; yani bu iş onun mesleği haline gelirse, ölü yıkayıcı (gassal) olan bu kişinin yıkadığı ölüden ibret alması söz konusu olmaz. O kişi için yıkadığı artık ölü müdür, mermer midir fark etmez. Dolayısıyla amatör bir ruhla cenaze yıkayan ondan ibret alır, manevi olarak faydalanır. Bu aslında bütün hizmet alanında böyledir. Bizim işimiz iş olarak elbette profesyonelce olmalıdır. Mesleki birikimimiz profesyonelce olmalıdır. İlimden, fenden, teknolojiden istifade açısından profesyonelleşmeliyiz ama ruhumuz açısından amatör olmalıyız. Ruhumuz yaptığı işten aşk ve heyecan duyan, ibret alan bir konumda kalmalıdır. Ruhun profesyonellikle topluma ve insanlara duygu yüklü mesaj vermesi mümkün değildir. Bugün, dîni dâvet noktasında insanı harekete geçiren sadece profesyonel bilgiye ulaşmak değildir. Aksine amatör ruhtur. Allah Rasûlü’nün 125.000 sahabesi dünyanın her bir tarafına koşarken, kaç tanesi doktora yaptı, mastır yaptı, kaç tane kitap okudular? Yani onları bu noktaya getiren kariyerleri miydi, aldıkları dersler mi, okudukları kitaplar mıydı? Yoksa Rasûlüllah’tan aldıkları ruh muydu? Elbette onları böyle yapan amel-i sâlihtir, gönüldür, duygudur, heyecandır, coşkudur. İkbal “din heyecandır, aşktır” diyor. Hakikaten aşk ve heyecan olmadan insanın ne ibadet yapması, ne başkasının ayağına koşup onu İslam’la buluşturma çabasına girmesi, ne de kanayan bir yarayı dindirmesi mümkündür. Dolayısıyla işin temelinde aşk ve heyecan olmalıdır. O heyecanın canlı kılmasını sağlayan şey de amel-i sâlihtir.

ÖNCEL: İmandan sonra salih amel…

YILMAZ: Evet, imanın yanındaki amel-i salihtir. “Salih” kelimesi, dönüştüren, değiştiren demektir. İnsanın gönlünü, kalbini, fikrini, güzele doğru değiştiren demektir. Dolayısıyla bizim imanla buluştuktan sonra, salih amelle beslenmiş bir hayatımızın bulunması gerekir. Bu, gönül dünyamızı diri tutmak için son derece önemlidir. İbadet hayatımızın, kendimize özel tesbihatımızın, nafile ibadetlerimizin bulunması, bizim manevi heyecanımızı ve coşkumuzu artırır. Zikrimizin, özel ibadet zamanlarımızın olması plan yapmamız demektir. Duâlarımız da plandır. Planlarımızla ben şunları yapmak istiyorum diye kafamıza, kalbimize mesaj veriyoruz. Yapılan duâ da bizim planımızdır. Dolayısıyla planlarımızla duâlarımız buluşmalı, duâlarımızla hedeflerimiz buluşmalı. O zaman cemaat sayısını artırmak, kendimizi geliştirmek gibi bir çaba içerisinde bulunabiliriz.

ÖNCEL: Hocam Diyanet camiası olarak “biz kimiz ve ne istiyoruz?” sorusuna nasıl cevap verirsiniz?

YILMAZ: “Biz kimiz?” sorusunun birden çok cevabı var:
1. Biz Müslüman şahıslar ve fertler olarak diyanet teşkilatının şerefli mensuplarıyız. Önce Müslümanız, sonra bir vazifemiz var; o da Diyanet İşleri Başkalığında din hizmetliliği. 657 sayılı devlet memurları kanununa göre bir görevimiz var. Dolayısıyla her iki kimliğimizin bize yüklediği misyonu var.
657 sayılı devlet memurları kanununa tâbi olmaktan dolayı devletin bize yüklediği bir sorumluluk var. Ama devletin bize yüklediği bürokratik kimliği Hakkın bize yüklediği kimliğin önüne geçirmememiz gerekiyor. Yani bürokratik kimliğimiz mi önde olacak, manevi ve ruhani kimliğimiz mi önde olacak sorusuna cevabımız önemlidir. Elbette bizim ruhani kimliğimiz öncelikli pozisyonumuz olmalıdır. Hakkın biz Müslümanlara yüklediği Hakka dâvet etme kimliğinin, diğerinin önünde olması gerekir. Dolayısıyla, “kendini hizmete adamış insanlarız” anlayışı “biz kimiz?” sorusunun en güzel cevabıdır. Özetle söylersek Biz Müslümanız, Diyanet mensubuyuz, kendini Allah’ın kullarına hizmete adamış insanlarız. Bu yolda hizmet etmeye çalışıyoruz.
2- Biz, din-i mübin-i İslamın hadimleri olarak, hem dünya saadetine hem de ahiret mutluluğuna talibiz. Bunun için Allah rızasını gaye, ahireti de hedef olarak seçmiş bulunuyoruz. Allah’ın rızası bizim için her şeyin üstündedir. Dünyâyı vâsıta olarak görüyoruz. Dünya malı bir vesile ve vâsıtadır, gâye değildir. Dünya asla bir gaye haline gelmemelidir. Mevlânâ: “Dünya ne kadındır, ne paradır, ne altındır, ne gümüştür. Dünya, Allah’tan gafil olmaktır” diyor. Dünya, insanı Allah’tan gafil bırakan her şeydir. Dünya bizim için nihai hedef asla değildir. Bizim gayemiz Allah’ın rızası ve ahiret mutluluğudur. Biz yaptıklarımızın hesabını vereceğimize inanırız. Kişinin dostundan, annesinden, babasından, eşinden, kardeşinden, çocuklarından kaçtığı bir gün var. Niye kaçıyor insanoğlu böyle bir günde? Birincisi kendi başının derdinde. İkincisi başkasına bakacak yüzü yok çünkü. Takke düşmüş, kel görünmüş. Kimin ne seyyiatı varsa karşıdaki onu görüyor… Babası oğlunu görüyor, oğlu babasını görüyor: “Vay babam, sen bunları da mı yaptın!?” Baba oğlunu görüyor: “Sen bu haltları da mı yedin!?” İnsan kimseyle muhatap olmamak için kaçıyor. İşte böyle bir hesap var. Ve biz bu güne inanıyoruz. İşte o hesap gününe inandığımız için de dünyayı ahiret gününe vesile görüyoruz. Asıl hedefimiz ahirette mutluluktur. Evet, nefsi ve hevayı putlaştıran duygulardan Allah’a sığınırız.
3. Topyekûn insanlığı kucaklayan bir anlayışa sahibiz. Yani biz bütün insanların derdiyle dertliyiz. Bütün insanlığı, Allah’ın rızasına ulaştırmakla dertliyiz. Gönül istiyor ki bütün insanlık Allah’ın diniyle ve Allah’ın peygamberinin yolunda buluşsun. Biz bu dünyada görevimizi yapmakla sorumlu olduğumuz inancındayız. Yaratandan dolayı yaratılanın değerli olduğunu bilen, kâinâta o gözle bakan insanlarız.
4. “Ben, ben, ben…” diyen değil, “Biz…” diyerek kardeşlerinin de farkında olan bir anlayışın mensuplarıyız. “Kardeşi açken tok yatan bizden değildir” diyen Allah Rasûlü’nün ümmetiyiz. İster psikolojik, ister maddi, ister manevi olsun, çevremizde sıkıntı çeken her insanın derdiyle dertlenen ve omuzlarında bir yük olarak taşıyan bir emanetin sahibiyiz. Allah Rasûlü ( s.a. ) sahabelerine zaman zaman sorardı: “Bugün bir yetimin başını okşayanınız var mı? Bugün bir cenaze teşyiine katılanınız oldu mu? Bugün bir hasta ziyaretine gideniniz var mı?” Din görevlisi de çevresinin derdiyle dertlenen insandır. Gerçekten de insanlar böyle durumlarda aranmaktan, sorulmaktan çok mutlu olurlar. Sizin onların gözündeki yeriniz çok daha farklı yerlerde olur. Hiç kimsenin aramadığı veya çok az sayıda samimi dostunun aradığı bir zamanda bir kişiyi, din görevlisi olarak aramanız, sizin orada itibarınızı, etkinliğinizi pekiştirecek çok önemli bir hususiyettir.
5. Biz, şahsi gelişimini, ilmi gelişimini, manevi gelişimini önemseyen bir camiayız. Dolayısıyla düzgün bir ibadet hayatına dikkat etmek zorundayız. Düzgün ibadet hayatımız olmalı, muntazam bir aile hayatımız olmalı. Toplumda bu gün aile çatırdıyor. Boşanmaların her geçen gün arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla din görevlisi kardeşlerimiz, aile hayatıyla, çoluk çocuklarıyla da topluma rehberlik etmeli ve rol model olmalı. Bu son derece önemli. Ailede de huzur, yük çekmekten, kahır çekmekten geçiyor. Hiç kimse yük çekmeden, kahır çekmeden mutlu ve huzurlu bir hayata kavuşamaz. Sıkıntılarımız olabilir ama bu sıkıntıları çözmek için çaba sarf etmek gerekebilir. Yerine göre kan kusacak ama kızılcık şerbeti içtim, diyebilecek. Çocuklarına sahip çıkan, onlara değer veren ve onları önemseyen bir aile hayatımız olmalıdır. Bu son derece önemlidir. Ayrıca yüksek ahlaki davranışları benimseyen, ahlaki gelişimini de takip eden bir camiayız.

ÖNCEL: Sayın Hocam! Diyanet camiası olarak kimiz, sorusunu bir dergi sayfasında anlatabileceğimizin fevkinde anlattınız. Sayın Hocam, Diyanet camiasının mensupları olarak biz ne istiyoruz, hedefimiz nedir, ne olmalıdır?

YILMAZ: Bu soruyu da isterseniz maddeler halinde açıklayalım:
1.  Biz önce Allah’a kul, Rasûlüne ümmet olmak istiyoruz. Din hizmetleri alanında ülkemizde, İslam âleminde ve bütün dünyada elimizden geldiği kadar hizmet etmeye gayret ediyoruz, gayemiz budur.
2. Ülkemiz ve İslam dünyasının dini problemlerini çözmek için elimizden gelen gayreti göstermek durumundayız. 81 vilayette sayıları 140.000’e ulaşmış personelle enerjimizi sinerjiye dönüştürürsek, hem ülkemizde, hem de bulunduğumuz yerlerde çok daha güzel şeyler olabileceğine inanıyorum. Çünkü hakikaten dinin gücü, Diyanetin gücünden de üstündür.
3. Canlı, diri bir gönülle hizmet ederek yeni gönüllere ulaşmak, toplumdaki dindarlık seviyesini bilgi, inanç ve ahlak açısından yükseltmek istiyoruz. Farkındalığı artırmak istiyoruz. Kardeşlik duygularını artırarak birbirimizin farkında olmak istiyoruz. İnsanların kendi dertleri, dünyevi hesapları ortaya çıktığında, Allah Teâlâ’nın ifadesiyle kendilerini de unuturlar, Allah’ı da unuturlar… Dolayısıyla biz önce Allah’ı zikreden, Allah’ı hatırlayan; sonra da kulluğunun farkında olan bir kıvama doğru yol alma durumundayız.
4. Diyanet mensuplarından kimsenin çekinmesine gerek yok. İnsanlığı düştüğü bataklıktan çekip çıkaracak, onları İslam’ın güzellikleriyle buluşturacak olan bu camianın mensuplarıdır. Topluma en faydalı insanların dinini bilerek yaşayan ve dinin gereklerini toplumla paylaşan insanlar olduğunu diğer insanlara anlatmalıyız. Diyanet mensubu olarak siz rehber insanlarsınız.
5. Ortak gaye etrafında bulunmak insanları bütünleştirir. Biz ortak gaye etrafında buluşmuş insanlarız. Ortak gayeler etrafında birleşen insanlar fevkalade güçlü olurlar. Mevlana’nın tabiriyle; 1 ile 1 yan yana geldiği zaman 2 olmaz, 11 olur. Üçüncü bir daha gelirse 111 olur. Dördüncü 1 daha gelirse 1111 olur. Dolayısıyla güçlerimizi birleştirmemiz, birlikte hareket etmemiz, gönüllerimizi birbirimize açmamız; bizim gücümüzü, etkimizi, toplumdaki yerimizi artıracaktır. Bu bakımdan biz sık sık bir araya gelmeliyiz. Gerek kasabamızda, köyümüzde gerek ilimiz veya bölgemizde sık sık bir araya gelmeye, birbirimizin farkında olmaya ihtiyacımız var. İnsanlar bileşik kaplar gibidir. Nasıl bileşik kaplara suyu döktüğünüzde aynı seviyeye çıkarsa; sosyal buluşmalarda da o ortamda bulunan insanların duyguları, gönül dünyaları, heyecanları ve tercihleri buluşur. Hatta gençler ve yaşlılar aynı mekânda buluştuğu zaman onların yaşı, yaşların ortalaması haline gelir. Gençler olgunlaşır, yaşlılar gençleşir. Genç, yaşının pozisyonunda değildir, oradaki ortalama yaşın pozisyonundadır. Yaşlı da aynıdır. Bu; psikolojik, sosyolojik bir vakıadır.
Birlikteliğin, beraber olmanın, aynı mekânı paylaşmanın; insanların yüz hatlarında, hareketlerinde, jest ve mimiklerinde bile benzeşme doğurduğu bilinen bir gerçektir. 20-30 sene beraber yaşamış eşlerin fotoğraflarını yan yana koyduğunuz zaman onların birbirine benzediklerini görürsünüz. İşte bu durum, aynı duyguları, aynı heyecanları paylaşmanın bir sonucudur. Dolayısıyla bizler de Diyanet mensupları olarak ne kadar çok bir araya gelirsek, gönül dünyamızdaki duygularımız, manevi hayatımızdaki ufkumuz o ölçüde güçlenecektir. Birbirimizden alacağımız çok şeyler olacaktır.
Kalpleri birleştirmek istiyorsanız, onları aynı dillerde buluşturunuz. Aynı işleri yaptırınız. Camideki buluşma; namaz için buluşma, duâ için buluşmadır. Gönüllerin yönelişi buluşunca hareketler, davranışlar, eylemler de buluşuyor. O bakımdan kalplerin birleşmesi; fiillerin, davranışların buluşmasıyla veya fiillerin buluşması, kalplerin buluşmasıyla gerçekleşiyor. Bu bakımdan buluşmaların artırılması gerekiyor.
Toplumdan, camiadan uzak kalma bir süre sonra insanın heyecanının pörsümesine sebebiyet verebilir. O yüzden Allah’ın Rasûlü (s.a.) Mekke’de İslam’la buluşturduğu insanları, Mekke şirk toplumunun üzerlerine sinen etkisinden kurtarmak için Erkam’ın evinde topluyor. Tabiri caizse üzerlerine sinmiş olan şirk tortularını yaptığı sohbetlerle, okuduğu ayetlerle temizliyordu. Sahâbîler sohbetle, o birliktelikle,  olası şirk veya tevhidi zedeleyen bir şeyler varsa, temizleniyordu. Aynı şey bugünün insanında da söz konusudur. Gündelik hayatımızda pek çok şeyi izliyoruz. Sokakta izliyoruz, yolda izliyoruz. Bunlar, bizim zihnimizi ve kalbimizi etkiliyor. Ama biz meslektaşlarımızla, kardeşlerimizle aynı ortamlarda bulunup sohbet imkânı yakaladığımızda, kalp kalbe oturduğumuzda, üzerimize sinen kötü tesirlerin zail olduğunu hissediyor, yeniden bir dinamizm kazandığımızın farkına varıyoruz. O yüzden bir araya gelmeye ihtiyacımız var. Çevremizdeki insanlarla, meslektaşlarımızla bir araya gelmek bu manada yeniden bizi inşa edecek, duygularımızı harekete geçirecek önemli hususiyetlerdendir.
Mevlana diyor ki: “Bütün insanlarda aynı ruh vardır. Fakat tenler, yüz binlercedir.” Dünyada sayısız bedenler vardır. O bedenler bir araya geldiği zaman enerji, sinerji ve güzel duygular oluşur. Yetmiş iki millete, hangi ırktan, hangi kavimden olursa olsun bütün insanlara aynı gözle bakmayan, Hakkın indinde gerçek Müslüman, gerçek insan olamaz. Yûnus Emre ne güzel demiş:
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte asidi