Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Müstakim Olmak

Altınoluk Dergisi, 2000 – Subat, Sayı: 168, Sayfa: 005

Zor iş müstakîm olmak. Çünkü müstakîm istikamet ehli demek. İstikamet dil bakımından “bir şeyi ikame etmeyi istemek” demekse de dinî bakımdan Allah’tan bizi tevhîd üzere bulundurmasını “elest bezmi”nde verilen ahde bağlı kalmamızı sağlamasını, koyduğu sınırları korumayı nâsîb etmesini istemektir.

İstikamet zor iştir. Çünkü istikamet alışkanlıkları aşmak; âdet ve suretlerin dışına çıkmak, hakikî bir sıdk duygusuyla Hakk’ın huzurunda durmaktır. Bunun için Allah Rasulü:”Her ne kadar tam olarak yerine getiremeseniz bile istikamet üzere olun.” buyurmakta ve ardından: “En hayırlı ameliniz namaz kılmaktır. Abdeste ancak mü’min olan devam eder.” (Muvatta, Taharet,4; İbn Mâce Tahâret, 4; İbn Hanbel, V,280) demektedir. Bu beyandan namaz kılıp sürekli abdestli bulunmaya özen gösterenin davranışlarında zikzak çizmeyeceği; daha doğrusu çizmemesi gerektiği anlaşılmaktadır.

İstikamet, ihlâs sınırları içinde ifrat ve tefritten uzak, sünnet çizgisine muvafık bir biçimde yaşamaktır. Bu tür bir istikamette amel ve aksiyon vardır. İstikamet ehli amel sırasında bütün gücünü sarfetmekle birlikte, nefsine karşı zulme varacak ifrattan veya gevşeklik sayılacak tefritten sakınır ve ortayolu izler. Kasd ve yönelişi sadece Hakk’a olur. Amellerini emredilen sünnet ölçüsünde gerçekleştirir. İfrat ve tefrit sünneti; riya ile amel ve amelde gevşeklik de aksiyonu yaralar; kulu istikametten ayırır. Kurtuluş ortayoldadır.

İstikamet herşeyin kendisiyle tam olduğu, kemal bulduğu bir derecedir. Her türlü hayrın meydana gelmesi istikametle mümkündür. Sözünde, özünde, işinde ve halinde istikamet üzere olmayanın gayretinin boşa gideceğini Allah şu ayet-i kerime ile temsilî olarak: “İpliği güzel bir şekilde eğirdikten sonra bozan kadın gibi olmayın!” (enNahl, 16/92) diye anlatır.

İstikameti hayatın bir parçası, ibadet ve tâatın mihenk taşı haline getirenlere iki ayrı sûrede, birbirine yakın ifade ve lafızlarla iltifatlarda bulunulmaktadır:

“Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra istikamet üzere devam edenlere melekler ölümleri anında: “Korkmayınız, üzülmeyiniz size vaad olunan cennete sevininiz.” diyeceklerdir.” (Fussilet, 41/30)

“Doğrusu Rabbimiz Allah’tır deyip de istikamet üzere gidenlere korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar cennet ehlidir. İşlediklerine karşılık olarak orada ebedi kalacaklardır.” (el-Ahkaf, 46/13-14)

Her iki ayette de istikamet ehli insanların korku ve hüzünden masûn oldukları haber verilmektedir. Korku ve hüzünden masûn olmak Kuran’ın beyanına göre Allah dostlarının özelliğidir (bk. Yunus, 11/62).

Hz. Ebu Bekir istikameti Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, Hz. Ömer, emir ve yasaklar üzere dosdoğru hareket etmek; tilki gibi sağa sola yalpa yapmamak, Hz. Osman ameli Allah için riyadan uzak yapmak, Hz. Ali, doğru ve düzgün olmak; amel, söz ve özünde hata etmemek, diye tarif eder. Buna güç yetirmek kolay iş değildir.

İnsanoğlu hayat yolunda kendine talim edilen kuralları uygularken içten ve dıştan birtakım baskılarla karşılaşır. İçten gelen baskıların başında nefs vardır. Nefs daima “ben” merkezli düşünmeyi ve her meselede “ben”i öne çıkarmayı telkin eder. Dolayısıyla insan çıkar ilşkileriyle nefsani isteklerinde bu baskıyı fazlaca hisseder. Nefsani isteklerin başında şehvet, hubb-i riyaset ve şöhret gibi zaaflar gelmektedir. Bastırılmış halde bulunan ve kontrol altında tutulan bu nefsani duygular, insanın mal ve makamla sınandığı zamanlarda; ya da bir başka ifade ile zengin olduğu veya kendisine idari bir takım tasarruflar sağlayan mansıb verildiğinde kuvvetle ortaya çıkmaktadır.

Kuran’da: “Sen maiyyetindeki tevbe edenlerle beraber emrolunduğun vechile dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin (tuğyan). Çünkü O, ne yaparsanız hakkıyla görücüdür.” (Hud, 11/12) buyurulmaktadır. Bu ayetteki istikametin zorluğu sebebiyle Allah Rasulü bu surenin kendisini ihtiyarlattığını haber vermiştir (Tirmizi, Tefsir sure, 56). Allah Rasulünü ihtiyarlatan kendi istikametinden daha çok, çevresindeki ashabın ve ümmetin istikamet sorumluluğu idi. Çünkü O ismet sıfatı gereği Hakk’ın lütfu bir istikamete mazhardı.

Bu ayetten istikametin haddi aşma karşılığı olan tuğyanın zıddı olduğu anlaşılmaktadır. Yine Kuran: “Ama insanoğlu kendini müstağni görüverince hemen azar (tuğyan).” (elAraf,96/6-7) buyurarak insanın kendinde varlık vehmettiği zenginlik ve yöneticilik zamanlarında tuğyana düştüğüne, kural tanımaz hale geldiğine dikkat çekiyor. Önceleri haram helâle dikkat eden insanların çoğunun bu tür varlık ve genişlik zamanlarında hemen dizleri titremeye başlıyor, dava ve idealler unutuluyor. Kazanmak; çeşme akarken kovayı doldurmak hırsı öne çıkıyor. Önceleri adını duyduğunda yüzünün kızardığı pek çok şey adeta meşru hale gelmeye başlıyor.

Nefsin çirkinliklerinin en korkuncu, yaptığı kötülükleri savunur hale gelmesidir. Gerçekten insanoğlu harama bulaştıkça ona karşı olan tiksintisi azalmakta; hatta haram zamanla hoşa gider hale gelmektedir.

İnsanlarımızın para ve makam işlerinde olduğu kadar, karşı cinse ilgi noktasındaki sapmaları da istikametin önemini ve zorluğunu gözler önüne sermektedir. Konulan sınırları aşan ilişkiler, sonuçta dünya ve ahiret saadetini gölgeleyecek çirkin boyutlara ulaşabilmektedir.

Bolluk zamanında istiğfar ve Hakkı tesbih ile kalben ona yönelmeyi emreden Nasr suresi üzerinde biraz düşünmek gerekir. Allah Teala buyuruyor: “Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip insanların Allah’ın dinine girdikleri görününce, Rabbini hamd ile tesbih et, O’ndan bağışlama dile!” (Nasr, 110/1-3)

Kendini güçlü, efradını kalabalık gören insanın yanlış yapması; dolayısıyla ayağının kayması her zaman söz konusudur. Bugün insanlarımızın temel problemleri bu noktadadır: Kendisine gelen nimetlere aldanmak, gelen mansıb ve makamların geçiciliğini unutup fani lezzetlere dalmak. Ebedi bir alemin yolcusu olduğumuzu ne çabucak unutmak.

Ahiret inancını nasıl kaybettik? Ahiret inancına sahip insanda bulunmaması gereken bu haller üzerinde şöyle gönül gözüyle bir yoğunlaşmak lazım. Birşeylerin yaygınlığı onlara meşruiyyet mi kazandırıyor? “N’apalım herkes böyle yapıyor” mazereti bize de hoş gelmeye mi başladı?

“Napalım bizim istikamet üzere yaşamamız mümkün değil” lafları beynamaz özrüne benziyor. Çünkü: “Tamamı idrak olunup yapılamayan şeyin tamamı terkedilemez” mecelle kaidesine göre istikamet bizim hedefimiz olmaya devam etmelidir.

Ona ulaşmada Hakk’ın inayet ve yardımına ihtiyaç vardır. Ancak inâyet ve teyid-i ilahi kulun niyet ve gayretiyle orantılıdır. Nasıl bir hedefe atış yapan insan, tam isabet ettiremese de hedefe yaklaşmaya çalışırsa, kul tam istikamete eremese bile ona ermenin çaba ve gayretini asla elden bırakmamalıdır. Değilse istihaleye uğrar; yani gönlündeki niyetlerinde ve amellerinde kötüye doğru bir değişme olur.

İstikamet, Allah’ın huzurunda samimiyetle ve ahde vefanın hakikati üzere durmaktır. İstikamet hallerin kendisiyle canlandığı bir ruhtur. Bir başka ifade ile beden için ruh ne ise amel için istikamet odur. Nasıl ki ruhsuz beden yaşayamazsa istikametsiz hal de bozuk olur. Hallerin canlı kalması istikamet sayesindedir. İstikamet olmadan amel çoğalmaz; o olmadan hal de sağlıklı olmaz.

Gıybeti terketmek sözdeki istikamet, bid’atten uzaklaşmak fiildeki istikamet, gevşekliği bırakmak ameldeki istikamettir.

İstikameti hayatın bir parçası haline getiren ve ahiret inancıyla bütünleştiren Ebû Bekir Şibli’ye aid ifadeler ne kadar çarpıcı: “İstikamet yaşadığın zaman içinde kıyametin koptuğu ve Allah’ın huzurunda bulunduğunu düşünüp müşahede etmektir.”

Bütün güzellikler istikametle kemal bulur. O olmayınca bütün güzellikler çirkinleşir.

İstikamet ehli olmanın sürekli ilâhî rahmetle sulanmayı; kerem ve ihsana ermeyi gerektirdiğini şu ayet belirtmektedir: “Eğer istikamet üzere olsalardı elbette biz onları bol su ile sulardık.” (el– Cin, 72/16-17). Ayette “saky” yerine “iskâ” kökünün kullanılması, sulama işinin sürekliliğini göstermektedir ki istikamet ehlinin kerem-i ilâhiye nailiyetine işarettir.

İstikametin düz çizgiyi andıran yol hakkında kullanılan ve ism-i fail veznindeki “müstakim” şeklindeki türemiş hali “hakyol”anlamındadır: “Sırât-ı müstakîm” demektir. Fâtiha suresinde geçen ve iletilmesi istenen sırat-ı müstakîm, İslâm için kullanılan bir tabirdir. Müstakim yol, istikamet sahibi bir gönülle kat’edildiği takdirde insanı selâmete çıkarır.

Allah Rasulü bir gün ashâbıyla otururken düz bir çizgi çizmiş. Ardından o çizginin iki yanına bir çizgi daha çizmiş ve elini ortadaki çizgiye koyarak: “İşte bu benim müstakîm (dosdoğru) yolumdur.” (el-En’am,153) ayetini okumuştur.(İbn Mâce, Mukaddime, 2).

İbn Arabi bu hadis ve ayetten istikametin Muhammedî çizgide olması gerektiği hükmünü çıkartmaktadır. İbn Arabi ayrıca “Benim Rabbim sırat-ı müstakîm üzeredir.” ayetinden hareketle ilâhi ve kevni bir istikametten bahseder. Çünkü ilâhi istikameti ifade eden âyet: “Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış olsun” (Hud,11/56) âyetinin devamıdır. Dolayısıyla bu kâinatta bir şer’i çizgide Muhâmmedî modelle kâim nebevî ve beşeri istikamet, bir de ilâhi ve rabbâni kanunlarla kâim kevni bir istikâmet vardır. Kâmil insan her iki istikamet çizgisini hayat düstüru haline getirebilendir.