Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Kur’an ve Hadisler Çerçevesinde Din

Altınoluk Dergisi, 2001 – Ekim, Sayı: 188, Sayfa: 006

Din kelimesi lügatte inkıyâd yâni boyun eğme ve teslim olma; âdet ve cezâ mânâlarına gelmektedir. Dînin insanlar nezdindeki yeri düşünüldüğünde, her üç anlamı da kapsayan bir özelliği vardır. Çünkü fıtrî ve ilâhi menşeli olan dinde, ahkâma zâhir ve bâtın anlamıyla inkıyâd istenir. İlâhî emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınmanın i’tiyâd ve âdet hâlinde benimsenmesi umulur. Ve nihâyet bunlara mutâbaat ve muhâlefet durumuna göre insana uhrevî cezâ terettüb eder. Nitekim âhiret gününe “din günü” (yevmü’ddîn) denmesi bundandır.

İnsanın yaratılışında fıtrî olarak bir din duygusunun bulunduğu genel olarak kabul edilen görüştür, Kur’an-ı Kerim bu özelliğe şu ifâdelerle dikkkat çeker: “Ey Muhammed, Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara fıtraten verdiği dîne yönelt. Zîrâ Allah’ın koyduğu fıtrat kanununda değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur.” (er-Rûm, 30/30)

Fıtratta meknûz olan dinin insanlardan ne istediğini bu âyetin devamında Allah Teâlâ şöyle ifade buyurmaktadır: “Allah’a yönelerek O’na karşı gelmekten sakının, namaz kılın, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan ve her fırkasının da kendisiyle bulunanla sevindiği müşriklerden olmayın.” (er-Rûm, 30/31-32) Ayetin bu bölümü dinin temel niteliklerinin başında tevhid inancının geldiğini göstermektedir. Ardından iyi bir kulluk anlayışıyla namaz ve ibadete devamı ve onun peşinden ise sosyal münasebetler içinde birlik ve beraberlik istenmekte; ihtilâfa düşüp birbiriyle boğuşan fırkalar hâline gelmek yasaklamaktadır. Yâni âyet önce Allah ile ilişkilerde inanç ve teslimiyeti, ardından ona kulluğa ve nihâyet beşerî ve ahlâkî münâsebetleri düzenlemektedir.

Fıtrat dininin “İslâm” ve bunun Allah’ın indindeki din olduğu yine Kur’an’ın beyânıdır. “Allah katında dîn İslâm’dır” (Âl-i İmrân, 3/19) Âyette din lâfzının harf-i târif denilen “el” takısıyla kullanılması onu, herkes tarafından bilindiğine işârettir. Bir başka din değil herkesçe bilinen din demektir. İşte bu herkesce bilinen Allah’ın fıktrata koyduğu dîn olan İslâm, tevhîd inancına dayalı ilâhî dinlerin genel adıdır. Bundan başkasının Hakk katında kabûle kârin olmasının söz konusu olamayacağı şu âyetle belirtilmiştir: “Kim İslâm’dan başka bir dine yönelirse onunki kabul edilmeyecektir. O âhirette de kaybedenlerdendir.” (Al-i İmran, 3/85) nitekim Allah Teâlâ, İbrâhim peygambere İslâm olmasını emretmiş, o da “âlemlerin rabbına teslim oldum.” diyerek İslâm’ını ilân etmişti. İbrahim neslinden gelen Yakub (a.s.) da oğullarına: “Ey oğullarım, Allah sizin için din intihab etti (seçti). Artık insanların koyduğu ahkâm ve kavâidin bir hükmü kalmadı, onlara tâbi olmaktan vaz geçin. Siz de ancak ona tâbi olarak ölmeye bakın.” (el-Bakara, 2/132). Evet, “Allah katında din İslâm’dır.” ve bütün peygamberlere Hakk’ın bildirdiği din de odur. İslâm inkıyâddan ibarettir. Kulun vücûdunda biri bâtın, diğeri zâhir olmak üzere iki inkıyad vardır. Bâtın ile inkıyâd, Hakk’ın gönderdiği peygamberleri tasdik ve onlara îmândır. Zâhir ile inkıyâd Allah’ın peygamberler aracılığıyla emrettiklerini organlarla fiile getirmektir. İbâdet ve tâatların, beden ve kalb ile ifâsı, zâhiri ve bâtınî inkıyâddır. (bk A.Avni konuk Füsûsül-hikem şerhi, II, 170 vd.)

Bu âyet, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu dinin anlık ve bir zamanlık değil, ölünceye kadar sürekli olduğuna dikkat çekiyor, İslâm üzre ölmenin müyesser olması, İslâmî esasların inkıyâd ve i’tiyâd hâlinde yapılmasıyla gerçekleşecek bir keyfiyyettir. Orda burda gönül eğleyerek, istikamet duyarlılığı ve devamlılık bilinci olmadan “hüsn-i hâtime” denilen İslâm üzre yaşayıp müslümanca ölmek, kolayına müyesser olacak bir husus değildir.

Allah, hüküm vermede, tapmada ortak kabul etmediğini şu âyette ifâde buyurmaktadır: “Hüküm vermek ancak Allah’a âiddir. O’ndan başkasına değil, O kendisine tapmanızı emretmiştir, Bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.”(Yûsuf, 12/40)

En son indiği kabûl edilen âyetlerden olan şu âyet, Allah’ın râzı olduğu dinin tamamlandığını belirtmektedir. “Bugün sizin için dininizi ikmâl ettim; üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim; ondan razı oldum.” (Âl-i İmran, 3/19)

Bir başka âyet ise şöyle: “Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.” (el-Beyyine, 98/5) Bu âyette “İslâm” adını alan fıtrat dîninin tevhîd inanç ve Hakk’a yöneliş boyutuyla Allah’a kulluk, namaz ve zekât gibi emirlerine dikkat çekilmektedir.

Toplum düzeni nüfûsun devâmı, fıtrat kanunun sürekliliği konularında zinâ gibi dejenerasyon sebebi olan bir fiile acıma nazarıyla bakılmaması dini bir hükümdür. “Allah’ın dini konusunda zinâ eden kadın ve erkeğe acımayın!” (en-Nûr, 24/2)

Dini hafife alan kimsenin toplumda şefkat ve merhamet gerektiren konularda zaaf göstereceği şu ayetin beyanıdır: “Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur.” (el-Mâun, 107/2-3)

Ancak İslâm ile ihsânı birleştiren kimsenin en iyi din yolunu tuttuğu şöyle buyurulmaktadır. “İhsân ile kendisini teslim edip hakka yönelen ibrahim’in dinine uyandan, din bakımından daha iyi kim olabilir.” (en-Nisâ, 4/125) İslâm inkıyâd, ihsân Allah’ı görüyormuşcasına kulluk manasına düşünülürse dinin kıvamı ve kıymeti ortaya çıkar. Din ve iman işi, insanın tercihi olmakla birlikte bir te’yid-i ilâhiye ihtiyaç gösterir. Bu aynı zamanda dinin kadrini bilmektir. “Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, gerçek dine, doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrahim’in dinine iletmiştir.” (el-En’am, 6/161) Doğru yolun kadrini bilmek, bu nimeti ziyâdeleştirir. Bu nimete küfran ise nimetten mahrûmiyete sebep olur. Sonuçta bu değer bilmezlik insanı dinden uzaklaştırmaya kadar götürür. Ama dinin sâhibi dinini koruyacak ve ehil olanları onu teyid edecektir:

“Ey iman edenler, aranızda kim dîninden dönerse bilsin ki Allah, sevdiği ve onların kendisini sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihâd eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah, herşeyi kuşatır ve bilir. Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rükû eden müminlerdir.” (el-Mâide 5/54-55)

Din, insanlardan ciddiyetle sarılmayı ve hakkını vererek yaşamayı bekliyor. Kendisini olduğundan fazla gösteren ve inanmadığı halde inanç gösterisinde bulunan, Allah Teâlâ’nın beyânıyla cehennemin en alt tabakasında yer alacak olan münâfıkları bu âkıbete düşmekten kurtarabilecek olan tevbedir. Nitekim; “Tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah’ın kitâbına sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar – inananlarla beraberdir.” (en-Nûr, 4/145 – 146) buyurulur.

Hadislerde de Allah’ın râzı olduğu dine kulların râzı olmasını tavsiye eden lâfızlar dikkat çekmektedir. Nitekim bir hadiste müezzin sesini duyanın şunları söylemesi hâlinde mağfirete, nâil olacağına işâret edilmektedir. “Rabb olarak Allah’dan peygamber olarak Muhammed’den, din olarak İslâm’dan râzı oldum.” (bk. Müslim, Salât, 13; Ebû Dâvud, salât, 36; Tirmizi, salat, 43; Nesai, ezân, 38; İbn Mâce; ezan, 4; Dârimi, Vesâyâ, 4; İbn Hanbel, IV, 337; V, 297, 303. 367)

Allah Teâla inananlar için seçtiği din hakkında da şunları vaad buyurmaktadır: “Allah içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekilere halef kıldığı gibi onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için seçtiği dini temelli yerleştirerek korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar bana kulluk eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır.” (en-Nûr, 24/55)

Demek ki, Allah, kendisinin seçtiği ve râzı olduğu dine liyâkatle sarılınca kullarının önünü açacak, onları dünya ve âhiret mutluluğuna erdirecek, onları yeryüzünde söz ve ses sahibi hâline getirecektir. Ama bunun yolu insanları seçtiği din ve dindarlık sınır ve boyutları ile değil, Allah’ın seçtiği ölçülerledir. Dolayısıyla dini gönülden çıkarmak ve hayattan uzaklaştırmak insanların ufkunu karartır ve fizik endişelerin, dünyevî telâşların zebûnu; nefis ve hevânın esîri haline getirir. Bugün top-yekün yaşadığımız da budur.