Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

İnsân-ı Kâmil

Altınoluk Dergisi, 1996 – Temmuz, Sayı: 125, Sayfa: 031

“İnsan-ı kamil” kavramının tasavvufta, lügat anlamından farklı ve kapsamlı bir manası vardır. İnsanın Allah’ın yeryüzünde halifesi olrnası itibariyle, O’nun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan hazarat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye insan-ı kamil denir.

“İnsan-ı kamil” kavramı ilk devir süfîlerinde hemen rastlanmayan bir kavramdır. Ancak Hallac-ı Mansür (ö. 309/921): “Allah Adem’i kendi sûretinde yarattı.” hadisinden yola çıkarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecellî ettiğini söylemiştir. Bu tecellî ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini ihata eden suret vücuda getirmiştir. Hallac’ın bu anlayışı, daha sonra İbn Arabî (ö. 638/1240)’nin “insan-ı kamil” düşüncesine zemin hazırlamıştır.

İnsan-ı kamil fikri, varlık fikrinin devamıdır ve onunla alakalıdır. Nitekim İbn Arabî’ye göre kainat ilk önce ruhsuzdu. Tıpkı cilası vurulmamış bir ayna gibiydi. Adem bu cilasız aynanın cilası ve ruhu olmuştur. Ona göre insan, ilahî isim ve sıfatlarının, bütün kemallerini aksettiren cismi, büyük alemin cisminden küçük olsa bile, insan büyük alemin bütün hakikatlerini kendinde toplamaktadır, insan-ı kamil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır, insan-ı kamil, maddî ve manevî bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.

İnsan-ı kamil, Hz. Muhammed’dir. Ancak O’nun tarihî şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani hakikat-i Muhammediyye’dir. İnsan-ı kamil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilahî irade ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kamil olmasa Allah bilinemezdi.

Aziz Nesefî (ö. 700/1300), ilk defa İnsan-ı kamil adlı Farsça bir eser kaleme almış, ardından Abdülkerim Cîlî (ö. 820/1417) aynı adlı eseriyle, bu konuda söylenebilecek olanları toparlamıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1194/1780)’da İnsaniyyet-i kamile adıyla bir eser yazmıştır.

Azizüddin Nesefî, “insan-ı kamil’i şerîat, tarîkat ve hakikatte tam olan insandır, diye tarif eder ve bunu şöyle açıklar: “Kamil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemale erdiren kemale ulaşmış sayılır. Kamil insana birçok isimler verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Şeyh, hadi, mehdî, airf, imam, halîfe ve sahib-i zaman. İnsan-ı kamil, cihanı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsa, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayatı içen Hızır gibidir. İnsan-ı kamil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kamil için mülkte, melekütta ve ceberutta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.1

İbn Arabi’nin yolunu izleyen Abdülkerim Cîlî de insan-ı kamil’in “hakikat-i Muhammediyye” olduğunu ifade eder. Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve suretlerde peygamber ve velî olarak zahir olur. Nitekim Aziz Mahmud Hüdayî’nin:

Ayinedir bu alem herşey Hakk ile kaim
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim

beyti de bu düşüncenin ifadesidir, insan-ı kamil, varlığın hakikatlerine tekabül eder. Mesela O’nun kalbi arşa, inniyyeti (benliği) kürsüye, makamı sidre-i müntehaya, aklı kalem-i a’laya, nefsi levh-ı mahfuza, tabîatı anasır-ı erbaaya taalluk eder.

İnsan-ı kamil, ilahî tecellîlerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah’ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufî muhitlerde: “Kendini bilen Rabbını bilir” 2 hadisi yaygınlık kazanmıştır. Hacı Bayram Velî’nin şu kıt’ası bu anlamdadır.

Bilmek istersen seni-Can içre ara anı
Geç canından bul anı- Sen seni bil, sen seni

Tasavvufî telakkide her insan, insan-ı kamil olmaya adaydır. Çünkü insan, insan-ı kamil, olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini tasavvufî terbiye “usüllerine göre geliştirenler, o makama erişebilir.”

İbn Arabi’den sonra gelişip sistemleşen “insan-ı kamil düşüncesi, ondan sonraki sûfilerde belli bir şekilde ifade edilmiştir. Osmanlı döneminin büyük süfilerinden Aziz Mahmud Hüdayî (ö. 1038/1628) özellikle padişahlara yazdığı mektuplarında bu konuya yer vermiştir.

İnsan-ı kamil cümlenin ruhudur. Cümleyi cami olup cümlenin hakkını verendir. Halkta Hakk’ı, Hakk’ta halkı görendir, Hakk’ın da halkın da hukukuna eda şuûruna erendir.

MÜ’MİN-İ KAMİL

Tasavvufta “insan-ı kamil” kavramı genellikle Hz. Peygamber ve ona niyabeten kutub ve gavs için kullanılan bir kavramdır. “Mü’min-i kamil” kavramı ise “İnsan-ı kamil” kapsamının dışında kalan kemal ehli insanlar için de kullanılmaktadır. Böyleleri büyük günahlardan kendilerini koruyan, küçük günahları da bilerek yapmayan kimselerdir. Biz yazımızın bu bölümünde kamil bir mü’minin süfiyane özelliklerini arzetmeye çalışacağız.

Kamil mü’min denilince bütün kusur ve hatalardan arınmış, bir insan hatıra gelmemelidir, İslam’da la-yuhtilik (günahsızlık) ilkesi yoktur. Doğuştan gelen bir günah ve suçluluk da yoktur. insan elbette hata ve günahtan salim olamaz. Ama bununla birlikte kamil mü’min Kur’an’daki: “Sizi boşyere mi (abes) yarattığımızı sanıyorsunuz?”3 “İnsanoğlu başıboş salıverileceğini mi zannediyor?”4ayetlerinde istifham-ı inkarî ile ifade edilen yaratılış sırrının cevabını: “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım”5 ayetinde bulmaktadır, insanın yaratılış gayesi kulluk olduğu için süfîler ubüdiyyet ile hürriyet arasında bir irtibat görürler. İnsanın yabancılaşma sonucu kulluktan uzaklaşmasıyla hürriyetten de kopacağını; köleliğe, nefse ve hevaya kulluğa yöneleceğini ifade ederler. Çünkü Allah Teala: “Nefsini tanrı edineni gördün mü?”6 buyurarak buna işaret etmektedir, insan Allah’a kul olduğu sürece hürdür, nefsinin esaretinden kurtulmuştur. Allah’a kulluktan uzaklaştığı sürece esirdir, nefsinin kölesidir. Kamil bir mü’minin Allah ile, insanlarla, dünya ve eşya ile ilişkilerindeki şu özelliklerine bakmak gerekir.

l. Allah ile İlişkilerinde

Kamil bir mü’mi’nin Allah ile ilişkilerindeki en önemli özelliği îman, îkan, ihsan, teslimiyet ve tevekküldür.Îmanın iki boyutu vardır. Marifet ve muhabbet, yani Allah’ı önce esma ve sıfatlarıyla tanımak, ardından O’nun sayısız nîmet ve ihsanlarını görüp sevmektir. Bu sevgi sebebiyle O’na îkan ve ihsan duygusuyla bağlanıp görüyormuş gibi kulluk etmek, O’na güvenmek ve teslim olmaktır. O’ndan gelecek herşeye rıza göstermektir. Emirlerine boyun kesmektir.

Tevekkül ve teslimiyet Allah’a güvenmektir. Süfilere göre tevekkül Allah Rasulü’nün hali, elemeği ile geçinmek için çalışmak (iktisab), sünnetidir.

O’nun hali sünnetinden üstündür. Bu yüzden onlar, teslimiyyet ve tevekkül ile Hakk’a tefvîz-ı umur etme üzerinde dururlar.

Rıza, tabiattaki ilahî kanunlar hükmünü icra ederken itiraz etmemek, sızlanmamak, kulun Allah’dan Allah’ın kuldan razı olması demektir, işi kolaylıkla kabullenmek demektir. Nitekim Ebu Süleyman Daranî: “Kul nefsani arzulardan sıyrılınca Rabbından razı olur.”der. Rabia Adeviyye: “Allah’ın nimeti kadar musibeti de kulu memnun edince rızanın gerçekleşeceğini” söyler.

Şükür, ihsanda bulunanın nimetini O’na boyun eğerek i’tiraf etmektir. Her nimetin şükrü kendi cinsinden olur. Şükür kulda itmi’nan meydana getirdiği gibi ni’metin artmasına da sebep olur. Nitekim Allah Teala: “Şükrederseniz nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz benim azabım çok şiddetlidir”7 buyurur.

Şükür dil, organlar ve kalb ile olur. Dille şükür, kulluk bilinciyle ni’meti ilahiyyeyi itirafıdır. Organlarla şükür, organları gösterilen istikamette kullanmaktır. Kalb ile şükür kalb gözüyle nimeti vereni görmektir. Ebü Osman Hîrî:”Şükür, şükürden aciz olduğunu idraktir.” der.

Şükür ve rızayı sabır ile desteklemek gerekir. Sabır mü’minin önemli bir vasfıdır. Asr süresinde sabır, Allah’a îman ve salih amelden sonra tavsiye edilen bir ilkedir. Bu i’tibarla îmanda ve salih amelde kemal sabırla gerçekleşir.

Allah ile ilişkinin bir boyutunu model şahsiyet sayılan Hz. Peygamber ile ilişkiler teşkil etmektedir. Çünkü Allah Teala, sevgisine mazhar olmayı Peygamberini ittiba şartına bağlamış8. Peygamberin emrettiği herşeyi alıp uygulamayı; sakındırdığı herşeyden uzaklaşmayı emretmiş,9 Peygambere itaati kendine itaata denk saymıştır.10 Bu itibarla peygamberine îman ve ona gönülden bağlılık olmadan, Allah’a îmanda kemal gerçekleşmez. Peygambersiz bir dîn, rehbersiz bir dini hayat düşünülemez. Hz. Peygamber sevgisinin ve ona uymanın tedrici olarak gerçek-leşmesi için tasavvuf ma’nevî eğitimde mürşid mecburiyeti getirmişti.

II. İnsanlarla İlişkilerde

Kamil bir mü’minin insanlarla ilişkilerinde en önemli özelliği adalet ve ihsandır. Adalet hakkı gözeterek denge ile hareket etmek, ihsan ise ziyadesini yapmaktır. İnsanın çevresindeki insanlara karşı iyilik yapması, her türlü hayasızlık ve kötülükten uzaklaşması sosyal hayatın gereğidir.”

“Üsve-i hasene” olan “model şahsiyet” Hz. Peygamber’in gösterdiği biçimde İslam’ın güzelliklerini edeble yaşamak gerekir. Edeb:Bütün hayır ve meziyetlerin toplamıdır. Utanılacak tavır ve davranışlardan uzak durmak demektir. Ebü-Hafs Haddad “Tasavvuf edebden ibarettir” derken bu sırra işaret etmiş, Mevlana: “Hayvan ile insan arasındaki fark edebdir.” diyerek bu gerçeği vurgulamıştır. Nitekim şair de şöyle der:

Edeb bir taç imiş nür-i Huda’dan
Giy o tacı emin ol her beladan.

Edeb, güzel ahlaktır, îsardır, başkalarını kendine tercihtir. Feragat ve fedakarlıktır. En azından kendisi için istediğini başkaları için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememektir. Bu, insanda sevgi doğuracak bir paylaşımdır.

Toplum içinde insanı ahlakî açıdan yaralayacak ve başkaları nezdinde küçültecek, dedikodu, gıybet, sü-i zann, nemime, iftira, istihza gibi ahlakî marazlardan uzak durmakdır. Kardeşlik duygularını zedeleyecek, birlik ve beraberliği bozacak tavırlardan kaçın-makdır.

Ahlakî kemale ermiş kişilerin islam toplumunda Hakk’ı tavsiye ve emr-i bilmaruf hizmetiyle de meşgul bulunmaları gerekir. Çünkü toplumda kötülüğün yayılmasını önlemek, en azından kötülüğe bulaşmamak kadar önemli bir görevdir. Kur’an’da islam toplumu için de böyle bir grubun bulunmasının emredilmiş olması bundandır.(12)

Ayrıca İslamla insan arasındaki engellerin kaldırılması demek olan “cihad” hizmeti; malî, bedeni ve fikri katkı bir îman borcudur.

III. Dünya ile İlişkilerinde

Mü’min-i kamil için dünya bir araçtır. Çoğu zaman insanı aldatmaya yönelik tuzakları eksik olmaz. Nitekim Kur’an’da bununla ilgili pek çok ayet vardır. “De ki: Dünya metaı azdır. Takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır.”(13)

Dünyadan kurtulmanın yolu zühddür, yani dünyanın faniliğini düşünüp ona kapılmamaktır. Ayet-i kerimede:“Rabbının adını an ve herşeyi bırakıp O’na yönel!”(14) buyurulmaktadır. Hadîs-i şerifte de: “Dünya’dan zühd eder, yüz çevirirsen Allah seni sever. İnsanların elinde olandan yüzçevirdiğin takdirde insanlar tarafından sevilirsin.”(15)

Dünya’ya karşı zahid olan ve zühd konusunda insanları uyarma meziyetine sahip kimselere sokulmak emredilmiştir. Çünkü dünya sevgisi sarî hastalık gibidir. Dünya sevdalılarının yanında bulunanlara bu hastalık bulaşır. Zühd dünya malından, şöhret ve süsünden yüz çevirmektir. Allah ile gani, Allah ile aziz olmaktır. Allah ile meşgul olmayı önleyen ne varsa kalpte ona yer vermemektir.

Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk, anlayışıyla dünyaya dalmamalı, ukbaya aldanmamalı, varlığa sevinmemeli, gönlü gerçek sahibine açmalıdır, “Mal içinde yüzse bile mal sevgisini gönlüne bulaştırmamalıdır.

Masiva şaibesinden dili tathire çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış

Masiva ile alakayı kesmek, dünyaya ve onun nimetlerine kıymet vermemek, insanlar arasında iken bile Hakk ile meşgul olmaktır.

Kamil mü’min herkes gibi umumi hayata karışacak, kendisinin, aile efradının ve başkalarının işlerini görmeye çalışacak ve Allah takdir etmişse zengin de olacak. Mal da can gibi emanettir. Emaneti en iyi biçimde kullanmak ise ibadettir.

Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var git biraz da sen oyalan

Dipnotlar:1) bk. Azizüddin Nesefî, İnsan-ı Kamil, trc. Mehmed Kanar, istanbul 1990, s. 14. Ayrıca krş. İbrahim Düzen, Aziz Nesefî’ye Göre Allah, Kainat ve İnsan, Ankara 1991, s. 213-223, 2) Keşfü’1-hafa, II, 262 (2532), 3) el-Mü’minün, 23/115, 4) el-Kıyame, 75/36, 5) ez-Zariyat, 51/56, 6) el-Furkan, 25/43, 7) İbrahim, 14/7, 8) ÂIü imran, 3/31, 9) el-Haşr, 59/7,10) en-Nisa, 4/80,11) eh-NahI, 16/90, 12) ÂIü imran, 3/104, 13) en-Nisa, 4/77, 14) el-Müzzem-