Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Depremin Ardından

Altınoluk Dergisi, 1999 – Ekim, Sayı: 164, Sayfa: 005

17 Ağustos Salı seheri saat 03.02’de kıyametten bir sahne demek olan depremle uyandı Türkiye… Kıyameti anlatan Kuran ayetleri o günde kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, arkadaşlarından ve çocuklarından kaçacağını (Abese, 84/24-35) ve can derdine düşeceğini haber veriyor. Yine o günde hamile kadınların çocuklarını düşüreceğini, sakalsız genç çocukların ak saçlı ihtiyarlar haline geleceğini, emzikli annelerin yavrularını unutacağını anlatıyor. (bk. el-Hac, 22/2)

Deprem felaketinin televizyona yansıyan görüntüleri insana doğrudan Kuran’ın tasvir ettiği kıyametin bu dehşet sahnelerini çağrıştırıyor. İnsanoğlu böyle zamanlarda en çok kendi başının derdine düşüyor. Çünkü insanın en çok sevdiği yine kendisidir. Ardından çocukları, akrabaları, yakınları ve malı geliyor. Canını kurtaran önce mutlu olmuşsa da bu mutluluğunu yakınlarının varlığıyla paylaşmak istiyor.

Bir aylık bir zamandan beri depremle yatıp depremle kalkıyoruz. Artçı deprem şokları, fay hatları, fay kırıkları en çok konuşulan konular. Depremin nasıl meydana geldiği konusu ve alınacak dersler meselesi gündemin önemli maddelerinden biri olarak dikkat çekiyor.

Bu âlemde meydana gelen tabîî olayların tâbi olduğu bir tabiat kanunu var. Bu kanun ilahî menşe’lidir ve Hakk’ın ilim ve iradesine bağlıdır. Dolayısıyla bu kanunun sonuçları ilahî rahmet ve gadab olarak tecelli edebilir. Bunun ötesinde tabiat ve fıtrat kanununa insan eliyle yapılan müdahaleler tabii dengeyi bozmakta ve bunun sonucu hayatın devamıyla ilgili bir takım problemler meydana gelmektedir. Meselâ neslin devamı, tabii seleksiyonla devam eden bir süreçtir. Tabii ve fıtri olan bu seleksiyona insan eliyle müdahale, nüfussuzlaşma meydana getirmiştir. Tabiata ve doğal dengeye müdahale yeşilin yok olması ve heyelan gibi problemleri; denizleri doldurup iskan yeri kazanma ihtirasları aslına rücu eden göçük denizleri doğurmaktadır.

İnsandaki inanç ve mülkiyet gibi fıtri duyguları görmezden gelen sistemler tabii, ictimai seleksiyonla çökmektedir. İbret alınabilecek her tabii ve ictimai olayın sebep ve sonuçları insanlara birtakım mesajlar vermektedir.

Bir mümin inancına göre bu âlemdeki her olay ilm-i ilahinin ihatası ve irade-i sultaninin kuşatması altındadır. Çünkü Kuran: “O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi bile bilir.” (el-En’am, 7/59) buyurmaktadır.

Âlemin yüce Yaratıcısı’nı varlığı yarattıktan sonra hiçbir şey karışmayan ve ilgilenmeyen bir konuma indirgemek islâmî inançla bağdaşır gibi değildir. Her nedense bir kısım insanlar ve bazı aydınlar konuyu böyle algılamakta ısrar ediyorlar. Depremle Allah’ın bir ilişkisinin bulunmadığını bunun bir doğa olayı olduğunu iddia ve ispata çalışıyorlar. Oysa varlık ile yokluğu, darlık ile bolluğu, safa ile cefayı imtihan perspektifinden değerlendiren Kuranî anlayış, bunun ilahî irade ile olduğunu haber veriyor. Ardından bu tür tabi afetlerde bizlere sığınak olarak sabrı tavsiye ediyor. Ya da bir başka ifade ile sabır ve dua, Allah’dan yardım dilemenin Kuranî şeklidir. (bk. el-Bakara, 2/155)

Aslına bakılırsa insanın felaket zamanlarında yapabileceği şeyler de sabır, teslimiyet ve duadan ibarettir. Dövünmek, debelenmek ve kadere baş kaldırıp başını taştan taşa vurmak mümin vicdanının izin vereceği bir davranış değildir. Allah, ahiret ve kader inancı, insan için böyle zamanlarda adeta en güvenli limandır. İnsan dua ile Allah’a daha yakındır. Kendisine dua ile iltica edilmesini isteyen de O’dur. Ayrıca insanoğlu sığınma ihtiyacında bir varlıktır. Fıtri olan sığınma duygusu Hakk’a sığınma ile kemaline ulaşır ve insanda huzur hali meydana getirir. Olağanüstü olaylardan ürkmesine mani olur. Çünkü Hakk kulunun dostudur. Mümin kul da:

Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül, yahut diken
Ya hil’at u yahud kefen
Lütfun da hoş, kahrın da hoş

diyebilecek bir ruh kıvamına ermiş olmalıdır. Ahiret inancı, insana sınırlı dünya hayatı düşüncesini aşarak ebediyete kanat açmasını sağlayacak bir motivasyon kazandırır, ölümün soğuk yüzünü bile kabul edilebilir bir sıcaklığa indirger. Mukadder olanın insana ulaşacağı şeklindeki kader inancı da insana aczini ve kâdir-i mutlak önündeki hiçliğini hatırlatır. İnsanın kendini müstağni gördüğünde azıvereceği ve bu azgınlıkla tabii, beşeri ve ilahî kanunlara diklenmeyi doğuracak bir tuğyana düşeceği Kuran lisanıyla haber verilmektedir. Dolayısıyla insanın insan olduğunu kavramasına yardımcı olacak uyarıya ihtiyacı vardır. Deprem bu açıdan önemli bir vaiz ve nasihatçıdır.

Acaba 17 Ağustos depreminden alınması gereken ibret derslerini alabildik mi? Gerçi bu sorunun tam olarak cevabını vermek için henüz vakit erken. Ancak alınması gereken ibret derslerinin neler olduğu üzerinde düşünmek gerekir. Kanaatimce bu depremden alınacak ibret derslerini: “Manevi açıdan ve depremlere dayanıklı insan yetiştirmek bakımından” değerlendirmek lâzım.

Manevi açıdan deprem öncesi ve deprem sonrası hayatımızı bir gözden geçirerek şahsımız, ülkemiz ve top yekun insanlık için depremin bir uyarı niteliği taşıdığını düşünmeliyiz. Depremde yerle bir olan evleri ve savrulan maddi varlıkları gördükçe, fani olan bu dünyaya dört elle sarılışımızı sorgulayabildik mi? Canın yongası olan malın insanın gözünde nasıl küçüldüğünü görüp hayatta daha önemli şeylerin bulunduğu bilincine varabildik mi? İnsanî değerlerin ve yüksek duyguların maldan ve dünyalıktan mühim olduğunu fark edebildik mi? Savrulan binalarla birlikte eğitim ve sosyal sistemimizin de savrulduğunu görebildik mi?

Deprem sonrasının hasar tespit çalışmalarında hasar hanesine bunlar da yazılmalı ve sosyal sistem yeniden gözden geçirilmelidir. İyi insan, iyi müslüman olma yolundaki gayretlere, önce nefsimizden sonra çevremizden ve nihayet sistemden kaynaklanan engellere karşı neler yapabiliriz sorusuna cevap aramalıyız. Deprem böyle bir konuyu gündemimize taşımada ne kadar etkili olabildi acaba?

Diğer taraftan depremin tahribatına karşı dayanıklı olmak herhalde deprem için en önemli hazırlıklardan birisidir. Deprem denilince sadece arz sarsıntısını anlamamak; aksine beyinde, gönülde; ferdi, ailevi, toplumsal ve ekonomik alanlarda meydana gelebilecek sarsıntılara da deprem nazarıyla bakıp onlardan ve artçı şoklarından kurtulmak için dayanıklı olabilmenin yolu bulunmalıdır. Herhalde bunun yolu sağlam bir gönüle ve iyi bir kafa yapısına sahip olmaktır. Bilgisini özümseyen, inanç ve duygusunu hazmeden insan hayatın her tür depremlerine karşı dayanıklıdır. Bu noktadan acaba nerelerdeyiz?

Olaylara bir başka açıdan baktığımızda fertleri yüreği yaralı hale getiren, ocak söndüren, yuva yıkan tabii afetler, ibret alınırsa ülke ve insanlık için ibrete vesile olacaksa, lütuf sayılır.

17 Ağustos depreminin en önemli kazancı, insanımızın modern çağın getirdiği şehirleşme sürecinde unuttuğu; yardımlaşma ve dayanışma duygusunu yeniden ortaya çıkarmasıydı. Depremle uyanan insanlar birbirleriyle komşu olduğunun farkına vararak el ele acıları ve sancıları paylaştılar. Uzaklık ve yakınlık ortadan kalkarak bütün vatandaşlarımız acılı ailelere yardıma koştu. Toplumsal bir dayanışma örneği gösterdi.

Deprem kafalarda ve gönüllerde pek çok şeyi depreştirdi. Gönül ister ki ortaya çıkan bu kadar çürük ve dayanıksız yapımız bu vesileyle imara imkan bulur. Halkına uzak duran devlet, biraz daha güven uyandıracak bir şefkatle yaraları sarar. Bulanık suda balık avlamayı seven medyamız halkın ve hakkın emrinde olduğunu gösterecek bir tavır gösterir. Halkımız tarihi kardeşlik duygularıyla yeniden birbirine sarılır. Dileyelim ki Allah milletimize bir daha bu tür acılar yaşatmasın! Ölenlere rahmet ve milletimize başsağlığı niyazı ile…