Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Bayram Coşkusu

Altınoluk Dergisi, 2006 – Ekim, Sayı: 248, Sayfa: 024

Hicret öncesi, Medinelilerin iki bayramı vardı. Medineliler bu bayramlarda neşelenir, oyun oynar ve eğlenirlerdi. Medinelilerin iki bayramı olduğunu ve bu bayramlarda onların sevinçle eğlendiklerini gören Hz. Peygamber: “Allah size bu iki bayramınıza bedel olarak daha hayırlısını; ramazan ve kurban bayramını lütfetmiştir”1 buyurdu. Böylece Müslümanlar o günden bu güne; on beş asırdan beri ramazan ve kurban bayramlarını ibadet neşesi, sevinç ve huzurla kutlamaktadırlar.

Ramazan bayramı, kulluk ve ibâdet yoğun bir mevsimden sonra Rabbimizin ikrâmı olan topluca kulluk sevincini paylaştığımız mübarek günlerdir. Bu bayramda ramazanda otuz günlük oruç ve ibâdetle dolu huzurlu günlerin sonunda sevinçle kucaklaşıyoruz.

Dînî bayramların iki boyutu vardır: I. Şahsi boyut, II. İçtimâi boyutu.

I. Bayramın Şahsi Boyutu:

Bayramlarımızın şahsi boyutunda nimete şükür ve takvâ özelliği vardır. Ramazan bayramında, kullar kendilerine verilen sağlık nimetine ve oruca muvaffak olmaya mukâbil fitre vererek bu nimet için Rablerine şükürlerini arz ederler.

“Mal canın yongasıdır.” Canından bir parça demek olan mal ile insan verdiği zekât ve fıtır sadakası sayesinde mânâyı maddeye, ilâhî sevgiyi paraya tercih ettiğini fiilen göstermektedir.

Ramazanda kulları takvâya erdirici bir özellik dikkat çekmektedir. Nitekim ramazan orucunun farziyetini bildiren âyette buna işaret vardır: “Ey inananlar, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de ramazan orucu farz kılındı. Umulur ki bu sayede takvâya erişirsiniz.”

Takvâ, genel anlamıyla sakınmak ve korunmak demektir. Dış organlarımızı Allah’ın istediği yerlerde kullanmamaktan, istemediği yerde kullanmaktan sakınarak kalbimizin ihlâs ve iyi niyetle dolmasıdır. Kalbin iştirak etmediği bir amel makbul sayılmaz. Kalbin organlara uygun niyetlerle dolu olması gerekir. Bir bakıma takvâ, şu fırtınalı dünyâda Allah’ın herhangi bir emrine toz kondurmamak için titremek demektir. Bir başka ifadeyle dikenli bir yolda ayaklarımıza diken batmaması için sakınarak yürümek, basacağımız yeri kontrol etmektir.

Ağaç; dalları, budakları, yaprakları ve meyveleri ile ağaçtır. İnsan da yaptıkları kazandıkları ve başkalarına sundukları ile insandır. Dalsız budaksız, yapraksız ve meyvesiz ağaca nasıl ancak kütük denilirse ve ağacın ağaç olma özellikleri yaprakları ve meyveleri ile görülürse insanın da insanlığı ibadet, ahlâk ve insanî ilişkilerdeki hüsn-i muâşeret ile belli olur. Ramazan boyunca âdetâ baharı yaprak ve çiçeklerle karşılayan, yazın meyve veren ağaçlar gibi ibadet ve ahlâki erdemler kazanan Müslüman, bayram sonrası bu güzelliklerini insanlığa sunmaya devam etmelidir. Bayram, bir bakıma ramazan hasadının devşirildiği ve paylaşıldığı güzellik demidir. Bütün müminler ramazanda kazandıkları diğergâmlık ve ferâgat gibi güzel hasletleri bayram sonrası hayat vitrinlerinin bir parçası olarak korumaya; iç dinamiklerinin bir ateşleyicisi olarak geliştirmeye devam etmelidirler. İbadet, ahlak ve hüsn-i muâşeret mevsimlik olgular değildir ki mevsim çıkınca değiştirilsin ve yeni libaslara tebdîl edilsin.

II. Bayramın İçtimâi Boyutu:

İslâm ferdiyetçi bir dîn değildir. Bu yüzden ferd için toplumu feda etmediği gibi, toplum için de ferdi feda etmez. Bütün ibâdetlerin bir ferdî (kişisel) boyutu olduğu gibi, bir de toplumsal (içtimâi) boyutu vardır. Bayramlar da böyledir. Nitekim ramazan bayramında fitre ile fakirler, ziyaret ile akraba ve yoksullar sevindirilir; ziyaretleşme ile akraba ve dostlar memnun edilir.

Öyleyse İçtimâi Olarak Bayramda Neler Yapabiliriz?

1. Bayram, paylaşılan bir sevinç demek olduğuna göre, bugünlerde sevinçleri paylaşmalı; acıları ve yaraları birlikte sarmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.) zaman zaman ashâbına “Bugün içinizden bir hasta ziyaret edeniniz, bir cenaze teşyîine katılanınız ve bir yetim başı okşayanınız var mı?”2 diye sorarak yaralara merhem olmayı öğütlerdi. Belki her gün yapılması gereken bu görevi hiç olmazsa bayram vesilesiyle hatırlamalıyız.

Umûmun sevinci demek olan bayramda vatanı, dîn ve nâmûsu uğrunda zulme uğrayan, şehîd edilen, tecâvüz gören ve yurtlarından sürülen kardeşlerimiz için ne yapıyoruz? Onlar televizyonlarda ve gazetelerde boynu bükük ve yıkık halleriyle arz-ı endam ederken acaba bizim bayram yapmaya hakkımız var mı? Akif’in dediği gibi:

Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamberden?

Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken,

Kalb-i pâkinde duyarmış o musibetten acı,

Sizden elbette olur rûh-ı Nebî dâvâcı.

Yardımına koşamadığımız bu kardeşlerimizin hiç olmazsa acılarını paylaşmaya çalışmalıyız. Çünkü acılar paylaşıldıkça küçülür, sevinçler paylaşıldıkça büyür.

2. Bayram günleri şehrin gürültüsünden tatile ve turistik yerlere kaçış vesilesi değildir. Son zamanlarda yaygınlık emaresi gösteren bu anlayışın İslâmî ve insanî olduğunu söylemek zordur. Aksine bayramlar eş, dost ve akraba ziyareti, fakir-fukarânın aranılıp sorulma fırsatlarıdır.

3. Bayramlar akraba, dost ve yakınların ziyâret edildiği mutlu günlerdir. Bu günlerde ebeveyn başta olmak üzere bütün akrabaları ziyâret etmek, bayram sevincini birlikte soluklamaktır. Fizikî olarak ziyaretine gidemediğimiz yakınlarımıza hiç olmazsa çeşitli yollarla tebrik mesajları göndererek bayramlaşma halkasını genişletmektir.

4. Toplumda fakir, yaşlı ve yetim gibi sokakların insafına, milletin vicdânına terk edilmiş yıkık gönüllü insanları aramak ve onları da bayram sevincinden haberdar ederek yaşama mutluluğuna erdirmek içtimâi bir görevimizdir.

5. Bayram vesîlesiyle ölülerimiz için sadaka vermeli; kabir ziyaretinde bulunmalı, ruhlarına Kur’an okumalı ve duâ etmeliyiz. Böylece duâ ve Fatihadan mahrum ölülerimizin kalmamasına çalışmalıyız. Çünkü biz yerin üstündekiler kadar altındakilerle birlikte bir milletiz.

6. Müminlerle hediyeleşmek, özellikle çocukları hediyelerle sevindirmek bayramı anlamlı kılan ve onların şuur altlarında bayram imajı bırakan en önemli âmillerden birisidir. Çocuklar bayramları, bayramlıklar ve hediyelerle tanır, sever ve sahiplenir.

7. Bayramlar, gönül îmârına en güzel vesilelerdir. Kırılan kalbleri tamire, bozulan araları düzeltmeye en uygun zemin ve zamanlardır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”3 Aslında İslâm’da kardeşler arasını düzeltmek ve gönül îmârı son derece önemli bir ibâdet sayılmıştır. Çünkü insan gönlü en değerli hazinedir. Nitekim Mevlânâ der ki:

Kâbe Halil İbrahim Peygamberin binâ kıldığı yapıdır;

Gönül ise yüce Allah’ın nazargâhı ve tecellîgâhıdır.

Yûnus Emre de şöyle der:

Gönül Çalab’ın tahtı / Çalab gönüle baktı

İki cihan bedbahtı / Kim gönül yıkar ise

Yûnus Kâbe ile gönlü mukayese ederken de şunları söyler:

Gönül mü yeğ, Kâbe mi yeğ / Ayıt bana ey aklı eren

Gönül yeğdürür zîrâ kim / Gönüldedir dost durağı.

Gönül îmârına bu kadar önem veren Yûnus’umuz, gönül yıkanları ise ağır bir dille yargılayarak şunları söyler:

Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi / Elin-yüzün yumaz değil

Aksakallı pîr koca / Bilemez hâli nice

Emek vermesin hacca / Bir gönül yıkar ise

Gönül îmârına vesîle olması niyâzıyla ramazan bayramımız mübârek olsun.

Dipnotlar: 1) Ebû Dâvûd, Salât, 239, Neseî, Iydeyn, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 103, 178. 2) Müslim, Fezâilu’s-sahâbe, 12. 3) el-Hucürat, 49/10.