Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Bâyezîd Bistâmî – Kuddise Sirruh

Altınoluk Dergisi, 1987 – Agustos, Sayı: 018, Sayfa: 029

Adı Tayfur bin İsa, künyesi Ebû Yezîd, nisbesi el-Bistamî’dir. Bayezîd Bistamî diye meşhurdur. Dedesinin Seruşan adlı bir mecusi olduğu rivayet edilir. Babası Nisabur civarındaki Bistam kasabasının ileri gelenlerinden iyi bir müslüman ve dindar bir insan. Annesi de son derece saliha bir hatun. Üç kardeştiler. Adem, Tayfur ve Ali. Üçü de abid ve zahid. Fakat Tayfur yani Bayezîd içlerinde hal bakımından en üstün olanıydı.

Bayezîd Bîstamî, Ebû Hafs Haddad, Ahmed Hadreveyh, Yahya bin Muaz ile çağdaş. Şakik Belhî, Zünnun Mısrî ile dost ve arkadaş. Mezhebi Hanefî, tarikatı Siddıkî, Hz. Ebû Bekir vasıtasıyle devam eden altın silsilenin İmam Cafer Sadık’tan sonraki halkasını oluşturur.

Memleketi Bistam’dan ayrıldıktan sonra otuz yıl kadar Suriye ve Şam civarında dolaştı. İlimle uğraştı, nefsiyle savaştı. Şöyle derdi: “Otuz yıl kadar ilimle uğraştım. Bu esnada bana en zor gelen şey ilme tabi olmaktı. Ulemanın ihtilafı olmasa, ben hiç yol alamazdım. Tevhîd konusu hariç ulemanın ihtilafı rahmettir.”

Bayezîd, cezbesi istiğraka, sevgisi aşka varan ve tevhîd konusunda ilk konuşan süfilerdendi.

Kevakib sahibi İmam Münavî’nin verdiği bilgiye göre, çağdaşları o’nun ilm-i tevhid ve ilm-i hakikata dair söylediklerini anlayamadıklarından çeşitli ithamlarda bulundular ve onu yedi defa memleketinden ayrılmaya mecbur ettiler. Fakat her defasında işleri bozuldu, başlarına bela geldi. Bunun üzerine büyüklüğünü anlayarak O’na hürmet göstermeye başladılar. 234 (848) veya 262 (875) yılında vefat eden Bayezîd, Bistam’da medfundur.

O’na “Tevhîd nedir?” diye sordular şöyle cevap verdi:

– Tevhîd yakîndir. Yakîn ise mahlukatın her türlü hareketini Allah’ın fiili olarak bilmek ve ef’alinde O’na hiçbir şeyi ortak koşmamakdır. İnsan Rabbını tanıyıp bu tanıma duygusunda istikrara erince tevhide erer. Bunun anlamı fiillerinde O’nun hiç bir ortağı yoktur, demektir.

Bir başka seferinde tevhîdi şöyle anlattı:

“Tevhid, Hakk’ta fanî olmak,mahvolmaktır. Hak’ta fanî olan her şeyin hakikatına erer, var olanın sadece “Hakk” olduğunu anlar.

Bu anlayış sebebiyle o şöyle münacaatta bulunurdu: “Ya Rabb, benliğimi aradan çıkar, ben seninle oldukça en büyük benim. Nefsimle oldukça da en küçük benim.”

Sordular: Allahu Ekber’in manası, “O kendisinden gayrı herşeyden büyüktür” mü demektir? Dedi ki:

– O’nunla birlikte başka bir varlık yok ki O’ndan büyük olsun. Bunun manası “O, insanlarla mukayese edilmekten ve hislerle anlaşılmaktan uzaktır” demektir.

Derdi ki:

“Allah’ı Allah ile tanıdım, masivayı O’nun nuru ile müşahede ettim. O’nunla ferah duyuyor, bununla birlikte O’ndan korkuyorum. O’nun mekrinden emîn olsam O’nunla olmak bana nasıl ferahlık verebilir? Çünkü arifler Allah’ın mekrinden emîn değillerdir. Nitekim Ebûbekr (r.a.) “İki ayağını cennette olsa bile yine mekr-i ilahîden emin olamam.” derdi.

“Ben önceleri O’nu zikrettiğimi, O’nu tanıdığımı, O’nu sevdiğimi ve O’na talip olduğumu sanıyordum. Yolun nihayetinde gördüm ki: O’nun kendini zikri, benim zikrimi geçmiştir. O’nun marifeti benim marifetimden öndedir, O’nun sevgisi benimkinden ilerdedir. Önce O bana talibtir, sonra ben O’na. Benim O’na olan sevgimde şaşılacak ne var ki, ben O’nun kuluyum. Asıl şaşılacak olan O’nun azametiyle beni sevmesidir.

Sordular:

– Marifeti neyle buldun? Şöyle cevap verdi:

-Aç karın ve çıplak bedenle. Devamla dedi ki; Açlık öyle bir buluttur ki, hikmet yağmurundan başka bir şey yağdırmaz.

– Açlığı neden bu kadar övüyorsun, diyenlere:

– Eğer Fir’avn aç olsaydı ilâhlık iddiasında bulunmazdı, diye karşılık verdi.

-Beni yemek telaşından ve kadın külfetinden kurtarması için Allah’a dua edecektim. Hatırıma geldi ki, Allah Resûlü böyle bir talepte bulunmadığı halde, benim ne haddime? Bilahare Hakk Teala beni kadın sıkıntısından kurtardı. O hale geldim ki karşıma çıkan kadın, kadın mı, duvar mı? farkedemez oldum.

Sordular:

– Nefsine uyguladığın mücahedenin en kolayı ne oldu?

Şöyle cevap verdi:

– Bir defa nefsimi ibadete davet etmiştim. Fakat o benim bu davetime icabet etmedi. Bunun üzerine ben onu bir yıl su içmekten men’ ettim. Hatırladığım en kolay mücahedem budur.

Kitap ve sünnete sıkı sıkıya bağlıydı. Nebevî adaba riayete büyük önem verirdi. Bir gün arkadaşlarına: “Haydi hep beraber zühd ve takvasıyla meşhur olan filan adamı ziyaret edelim.” dedi. Gittiler. Vardıklarında o zat, evinin kapısından dışarı çıkmak üzereydi. Bayezîd ve arkadaşlarının geldiğinden habersiz; o, kıble cihetine tükürdü. Bayezîd ona selam bile vermeden arkadaşlarıyla birlikte geri döndü ve “Allah Rasûlünün adabından bir ebede riayette kusur gösteren bu adam iddia ettiği zühd ve takvada nasıl güvenilir olabilir?”

O’nun bu duygu ile kırk yıl mescidde sırtını kıbleye döndüğü ve ayağını kıble istikametine uzattığı görülmemişti.

Mürşid olacak kimseyi tanımak için gerekli, şöyle bir ölçü koymuştu: “Kendisine gökyüzünde uçma veya bağdaş kurma kerameti verilen kimseye hemen kapılıp aldanıvermeyin. Önce onun emir ve nehiy çizgisindeki yerine, şer’î hududa riayetteki durumuna bakın.”

Kendisi keramet izharından kaçınır ve bunun kendisi için manevî düşüşe vesile olmasından korkardı. Şöyle anlatır: Bir gün Dicle kenarına vardım, nehrin iki yakası bana yol vermek için birleşti. Ben yemin ederek “Buna aldanmam” dedi. Çünkü, halkın yarım akçaya geçtiği yoldan otuz yıllık amelimi zayi ederek geçmek istemezdim. Bana Kerîm lazımdı, keramet değil.

Halkın hali ile ariflerin ahvali arasındaki farkı şöyle belirtirdi:

“Halkın ahvali vardır, fakat arifin bir tek hali bile yoktur. Çünkü arifler suretten geçmiş, sîrete yönelmiş ve onların varlıkları Hakk’ın varlığında fena bulmuştur. İnsanların Allah’a en yakın olanları insanlara en müşfik olanlarıdır.

Zahidlerin dünyadaki arzusu keramet, ahiretteki istekleri makamat, ariflerin dünyadaki istekleri imanla yaşamak, ahiretteki temennileri afv-i ilahî’ye kavuşmaktır.

“Nasıl sabahladın?” deyi soranlara: “Benim sabahım akşamım yok ki. Çünkü sabahlamak ve akşamlamak sıfatı olanların vasfı. Benim sıfatım yok” İnsan bu dereceye ulaşınca kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden yüzçevirir, işte arif odur.

Tevekkülü şöyle tanımlardı: “Allah’dan başka yardımcı, O’ndan başka hiç kimsenin muttali olamayacağına inanman ve Allah’a güvenmendir.

Annesine son derece bağlı itaatli idi. Kendisi şöyle anlatıyor: “Mücahede ve riyazatta aradığımı anne rızasında buldum. Bir gece annem benden su istemişti. Evde su bulamayınca hemen çaya koşdum, Hava çok soğukdu. Ben gelinceye kadar da annem uyuyakalmıştı. Ben elimde su testisiyte başucunda beklerken bir ara gözlerini açtı ve beni gördü: “Neden başucumda böyle bekliyor ve testiyi yere koyup istirahat etmiyorsun?” diye sordu. Ben de: “Uyandığında belki beni yanıbaşında bulamazsın diye korktuğumdan böyle bekliyorum” dedim. Sordular:

– Namazı nasıl kılıyorsun? Şöyle karşılık verdi:

– Buyur Ya Rabbi, emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyorum, diyerek namaza başlarım. Tertil üzere Fatiha ve zammı süreleri okurum, tazîm ile rüküa varır, tevazu ile yere ka-panıp secde ederim. Veda selamı gibi selam verip namazımı huşu ile tamamlarım.

Bir gün yolda yürürken yanısıra giden bir köpek gördü. Köpeğe değip necaset bulaşmasın, diye eteklerini topladı. Köpek lisana gelip Bayezîd’e şöyle seslendi:

– Benden sana bulaşacak kir, üç defa yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri yedi deryada yıkansa temiz olmaz.

Bayezîd uyandı, intibaha geldi ve köpeğe:

– Senin dışın pis, benim de içim. Gel beraber olalım da belki birbirimize faydamız olur, dedi . Köpek şöyle karşılık verdi:

– Sen benimle yoldaş ve arkadaş olamazsın. Zira halk beni horlar, sana tazim eder. Beni gören taşlar, seni gören iltifata başlar ve “Arifler Sultanına selam olsun” der. Benim yarına bir kemiğim bile yok ama senin bir ambar buğdayın var.

Bayezîd bu cevaptan kederlendi, bir köpeğin yol arkadaşı olmaya bile layık değilim, diye üzüldü, hayıflandı ve aczini anladı ve hiçlik yolunu tuttu.

Bir gün gönlüne taraf-ı ilahîden “Bizim hazinelerimiz kabul edilmiş güzel amellerle doludur. Bize bizde olmayan bir şey getir” şeklinde bir doğuş oldu. Kendi kendine “Ya Rabbi, senin hazinende olmayan nedir ki?” diye sordu. Şöyle hitab varid oldu: “Bizim hazinemizde bulunmayan bîçarelik, acz, ihtiyaç ve hiçliktir.”

“Kibrin alameti nedir?” diye soranlara şöyle derdi: “Onsekiz bin alemde senin nefsinden daha aşağı bir nefsin bulunduğunu görmendir.”

Aşk şarabından içti, kendinden geçti. Bu yüzden bazan Bayezîd’i soranlara: “Ben de otuz yıldır onu arıyorum, fakat ondan bir eser bulamıyorum” derdi. O’nun bu sözü Zünnün el-Mısrî’ye nakledildiği zaman demişti ki: “Kardeşim Bayezîd, Hakk’a giden bir cemaatle Hakk’a gitmiş ve ondan eser kalmamıştır.” Çünkü o fena fillah’a ermiştir.

“Kul Kemal mertebesine ne zaman erişir?” diye soranlara: “Nefsinin kusurunu görüp halktan ümidini kestiği zaman” şeklinde cevap verdi.

Kendinden öğüt isteyen birine şöyle dedi:

Kötü huylu biriyle arkadaşlık ettiğin zaman onun kötü huyunu kendinin iyi huyu say. Böylece esenlik içinde olursun. Sana bir şey ikram edildiğinde önce Allah’a şükür, sonra o ikramı yapana teşekkür et. Zira o ikramı sana ulaştıran ve o kulun kalbini yumuşatan Allah’tır. Bir be-laya uğradığında hemen aczini itiraf ederek Allah’dan yardım dile. O’nun yardımı olmadan hiçbir belaya sabır mümkün olmaz.

Tasavvufu şöyle tarif ederdi:

“Tasavvuf rahat kapısını, kapayıp sıkıntı ve mücahede kapısını açmaktır.”

-rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-sûfiyye, 65-74; Hılyetu’l-evliyâ, X, 33-42; Kuşeyrî Risâle, l, 88-92; Sıtatu’s-safve, IV, 107-114; Keşfu’l-Mahcûb, l. 317-319; İbnu’l-Mülakkin, Tabakatu’l-evliyâ, 398-402; Netehatü’l-Üns Terc. 103. Tezkiretü’l-evliya (trc. S. Uludağ), 198-245; Şaranî, et-Tabakatü’l-Kübra, l, 65; el-Kevâkibü’d-dürriyye, I, 121; Dr. Abdülhalim Mahmud, Ebû Yezîd el-Bıstamî, Kahire, 1979.