Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Ali bin Sehi Isfahânî -ks- “Her Grup İnsan Hakk’ın Bir Sıfatına Sığınır”

Altınoluk Dergisi, 1990 – Ocak, Sayı: 047, Sayfa: 030

Adı Ali bin Sehl, künyesi Ebûl-Hasen nisbesi el-Isfahanı, Isfahan şeyhlerinin kudemasından. Muhammed b. Yusuf el-Benna’nın müridi, Cüneyd el-Bağdadi’nin arkadaşı. Ebu Türab en-Nahşebi ile sohbetlerde bulundu. Amr bin Osman el-Mekki ile görüştü. Cüneyd el-Bağdadi ile mektuplaşırdı. Rızâ ve rizayat konusunda özel bir yolu vardı. 307 H yılında vefat etti. Isfahan Tokçu kabristanında medfûndur.

Ali bin Sehl, zengin bir ailenin çocuğuydu. Gençliği refah içinde geçti. Ancak bu baş döndürücü lüks ve refah onu mutlu edememişti. Bu yüzden nefs terbiyesi için riyazat yoluna yöneldi. Nefsine hakim olmayı ve onun isteklerini frenlemeyi başardı. Yirmi gün süreyle hiçbir şey yemeden Hakk’a ibadet, zikir ve riyazatla uğraştığı olurdu. “Hakk’a duyduğum şevk ve iştiyak beni yeme ve içmeden alıkoydu” derdi.

Temkîn ehlindendi, güzel konuşurdu. İşarî konularda hoş bir ifade gücü vardı.

Sıkıntıda olanların derdine deva olurdu. Nerede bir borçlu duysa, borçlunun haberi olmadan borcunu ödeyiverirdi. Sonra da borçlu olan zatı bulur, ona: “Allah senin borcunu ödetti.” derdi. Bu davranışını o kadar mahrem tutardı ki borçludan başka hiç kimsenin haberi bile olmazdı. Çağdaşlarından Amr bin Osman el-Mekkî 30.000 akçe borçlanmıştı. Ali bin Sehl’in bundan haberi olunca hemen onun bu borcunu ödeyivermişti. Hatta bu sefer bu borcu ödediğini arkadaşına bile haber vermedi ki minnet altında kalıp teşekkür etmek zorunda kalmasın.

Tasavvufu şöyle tanımlardı: “Tasavvuf manevi açıdan kendinden aşağı olanlardan uzak durman, kalbini masivadan boşaltmandır.”

Şüphe ve ihtimal ile amel etmezdi. Bir velî ve iki adil şahidle isbatlanmayan bir konuda söz söylemekten sakınırdı.

İbadet ve taate yönelmeyi tevfîk-ı ilahi alameti sayardı. İlahi yasaklardan sakınmak şerîata riayetin işaretidir, derdi. Gönle doğan sırları korumak ona göre uyanıklık ifadesiydi. Müridliğinin başlangıcı sağlam olmayanın sonunun da sağlam olmayacağını belirtirdi.

Onun anlayışına göre huzur hali yakînden üstündü. Çünkü huzur, sükunet mahalliydi, yakîn ise gelip geçici bir yakınlaşmaydı. Huzur gönle yerleşip orayı mesken tutunca gafleti def’ederdi. Yakînde süreklilik yoktu.

Adem -aleyhisselam-‘dan beri insanların hep “kalb kalb” dediklerini fakat kalbin ne olduğunu anlayan bir erin çıkmadığını anlatırdı. Kalb akıl mıydı? Ruh muydu, yoksa sol memenin altındaki bir et parçası mı? Bunu gerçek anlamıyla bilen yoktu. Belki de kalb Hakk’ı tanıma melekesinden ibaret bir şeydi.

Fakîh yani din alimi denilince sadece bilgi yükü taşıyan birini değil, kendisine nisbet edilen bilgilerin altında kalmayan, o bilgileri kendi hayatında da kuvveden fille geçiren birini anlardı.

Müridlerine şöyle öğüt verirdi.

“Dıştan iyi görünen, fakat içi fesad dolu amellere kanmaktan, Allah’a sığının!” Çünkü zahiri mamur fakat batını vîrane olan ameller hiçbir işe yaramazdı. Çünkü Allah Teala kalbe bakardı, zahîre bakmazdı.

Kalbi, ince bir anlayış sahibi olan kişi dünyaya ve ehl-i dünyaya aldanmazdı. Çünkü sürekli olmayan bir sevincin peşinden koşmak kalbî cehaletin işiydi.

Ruh ile akıl ahiret yoluna davet ederdi. Nefsin neva ve heveslerine muhalefet etmeye çağırırlardı insanı. Akıl ile heva da daima çekişir dururdu. Aklın yardımcısı tevfîk-i ilahiydi. Hevanın yoldaşı ve akıbeti ise yardımsız ve desteksiz kalmaktı. Nefs ise akıl ile heva yani nefsin arzuları arasında bekler, hangisi galip gelirse onun yanma gider, emrine girerdi.

Şöyle konuşurdu:

Zenginlik aradım ilimde buldum. İftihar vesilesi olacak şeyler aradım, herşeyin Hakk’a aid olduğunu gördüm. Kalb afiyeti ve gönül safiyeti aradını zühdde buldum. Hesabını kolay olsun dedim, bunun yolunu da susup dile sahip olmada buldum. Rahat aradım, bunun usulünü halktan ümid kesmede buldum.

Bu alemde herkesin ve herşeyin Hakk’ın sıfatlarının mazharı olduğu görüşünden hareketle her grup insanın Hakk’ın bazı sıfatlarına sığındığını anlatırdı. Gafillerin Hakk’ın hilminde zakirlerin O’nun rahmetinde, ariflerin O’nun lütfunda, sadıkların O’na yakınlığın tadında, aşıkların O’na olan iştiyaklarıyla O’nun dostluk ve ünsiyetinde yaşadığını ifade ederdi. O’na göre ünsiyet, Allah’ın velî kulları dışında bütün insanlardan uzaklaşıp Hakk’a yaklaşmaktı. Hakk’ın dostlarıyla ünsiyet de Hakk ile ünsiyet etmekti. Hakk’ı tanıyıp O’ndan başkasında sükunet ve sekînet arayanların yanlış ve yasak yolda olduklarını açıklardı. Akılsız, ahmak kimselerin aşırı iltifatlarına kanmamayı öğütlerdi. Çünkü böylelerinin aşırı iltifatları insanı sıkardı.

? Gerçek tevhîdi nasıl anlar ve anlatabiliriz? diye sorulduğunda şu karşılığı verdi:

? Gerçek tevhîd, güneş gibidir. Yakın sanılır fakat uzaktır. Ziyası ve sıcaklığı üzerimizdedir ama, kendisine ulaşmak çok zordur. Biz onu daha çok asarı ile tanırız.

Ölüm konusunda, ölümü davete icabet olarak anlar ve şöyle konuşurdu:

?Benim ölümüm sizin hiçbirinizin ölümüne benzemeyecek. Zannetmeyin ki hasta olacağını da halk beni ziyarete gelecek. Bana bir davetiye gelecek, ben de o davete icabet edeceğim, hepsi o kadar.

Bir gün yolda yürürken: “Buyur ben hazırım, emre amadeyim,” dedi, ve başını yere koyarak orada ruhunu teslim etti.

-rahmetullahi aleyhi-

Kaynaklar: Tabakatu’s-süfiyye, s. 233-236; Hılyetü’l-evliya, X, 404-405; Sıfatu’s-safve, IV, 35-86; Kuşeyri. er-Risale. l, 143; Keşfu’l-mahcub, l, 355-356; Nefehat Terc, (Lamiî Çelebi), s. 155-157; Şaranî, et-Tabakatü’l-kubrt, l, 80;Tezkiretü’l-evliya (trc. S. Uludağ), s. 579-580; el-Kevakibud-dürriyye, II, 41.