Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Ahde Vefa

Altınoluk Dergisi, 1990 – Aralik, Sayı: 058, Sayfa: 029

İBRAHİM HAVVAS -kuddise sirruh-

Adı İbrahim bin Ahmed, künyesi Ebû İshak, lakabı el-Havvas. Bağdadlı. Samerra’da doğduğu söylenir. Rey ‘de okudu ve orada, ikamet etti. Ebu Abdullah el-Mağribi’nin sohbetterine katıldt. Cüneyd el-Bağdadî ve Ebu’l-Hüseyn en-Nuri’nin akranı. Seyahat ve riyazat konusunda pek çok görüşleri ve makamları vardı. Tevekkül erbabındandı. Rey camiinde hastalandı. Karın ağrısı ve ishal türü bir hastalığa tutulmuştu. 291 / 903 yılında Rey’de öldü. Techiz ve tekfin işini Yusuf bin Hüseyn er-Razi yaptı.

Sabrı, başarının ilk ve ön şartı görenlerdendi. “Sabretmeyenin başarıya ulaşamıyacağını” söylerdi. Tevekkül konusundaki titizliliği ile tanınırdı. Buna rağmen yanında mutlaka “iğne, iplik, matara ve bıçak” bulundurur, “bunlar tevekküle mani değildir” derdi.

DÜNYASINI AĞLATMAYAN

O’na göre alimlik rivayet çokluğuyla ölçülmezdi. Gerçek alim, ilmi az da olsa, ilime tabi olan, yani öğrendiğiyle amel edendi, sünnet yoluna girendi.

Sordular:

– Vera nedir? Şu karşılığı verdi:

– Vera kızgınlık halinde de, hoşnutsuzluk zamanında da, Hakk’ı söylemek, Allah’ın hoşlandığı şeylere ilgi duymaktır, dünyaya fazla ilgi duymamaktır. Çünkü dünyasını ağlatmayan, ahıretini güldüremezdi.

Tama ile itminan arasında ilgi kurar, sükunete ermiş hoş bir gönle sahip olmak için, elin boş olması gerektiğini söylerdi. Gönülden tama duygusu çıkınca nefsin ne tarafa meyledeceği önemli değildi.

KALBİN TEDAVİSİ

Kalbin tedavisi için beş şart öne sürerdi:

1. Anlamını düşünerek Kur’an okumak,

2. Mideyi daima boş bulundurmak, doldurmamak.

3. Gece namazına devam etmek,

4. Seherlerde Allah’a yalvarmak,

5. Salihlerle oturup kalkmak.

Allah mümini emr-i ilahiye gösterdiği titizlik ölçüsünde aziz kılardı, müminlerin kalbine, ona saygı duygusunu verirdi. Çünkü izzet ve saygınlık önce Allah’ın, O’nun ikramıyla Rasu-lü’nün ve derece derece bütün inananlarındı. (bk. el-Münafikun, 63/8)

O’na göre kalple işlenen suçun cezası cezaların en ağırıydı. Kalbin manevi derecesi makamların en yücesiydi. Kalbin şerefi, şereflerin en üstünüydü. Kalb zikri, zikirlerin en değerlisiydi. Çünkü kalb zikri sayesinde nur-i ilahi celbolunurdu. Kalb bu sayede uyarı ve azarlama türünden hitab-ı ilahiye mazhar olarak halasını anlardı.

FAKR HALİ

Fakirliği ve fukaraya hizmeti severdi. “Ben bu yolda her ne buldumsa fukaraya hizmette buldum” derdi.

O’na göre gerçek fakir, alem bolluk içinde de yüzse halini bozmayandı. Kendi yokluğuna sabreden sıkıntısını açığa vurmayandı. Lüks ve israftan kaçan, süslü şeyler giymekten hoşlan-mayandı. Mütevazi olmayı tercih edip her zaman Hakk ile sevinçli bulunandı. İhtiyaç duyduğu şeyin elinde bulunmaması kendini üzmeyendi. Fakr halini aziz bilen ve var gücüyle onu gizle-yendi. Sahip olduğu nimetleri üstünde gösterendi. Mihnetleri de nimet sayandı. Mihnet ve sıkıntıyı nefsinden bilen ve daima ona yüklenendi.

Ona göre fakrın sahih olması için iki şart vardı:

1. Allah’a güven

2. Her durumda Allah’a şükür.

Çünkü fakirin fakrı, nazarında Allah’ın vermesi ile mahrum bırakması müsavi olunca ancak kemale ererdi.

Zenginlerle oturup kalkmayı fakirlere, gafillerle düşüp kalkmayı ariflere yakıştıramazdı. Müridin, kendisine ayıplarını gösterecek birileriyle oturup kalkmasını, nazarıyla maneviyatını harekete geçirecek kimselerle dost olmasını tavsiye ederdi.

Fakirde bulunması gereken şu on iki sıfatı sayardı:

1. Allah’ın vaadine tam bir güven,

2. İnsanlardan bir şey umup beklememek,

3. İns ve cin şeytanlarına aldanmamak,

4. Masivayı gönülden çıkarmak,

5. Halka şefkatli davranmak,

6. İnsanların eziyetlerine katlanmak,

7. İnsanları düşmanlığa değil, dostluğa çağırmak,

8. Hakk karşısında boyun eğmek,

9. Daima marifet-i ilahiyye ile meşgûl olmak,

10. Devamlı surette abdestli bulunmak,

11. Tek sermayeleri fakr; yani halka değil, Hakk’a muhtaç olmak,

12. Azlıkta, çoklukta, beğendikleri, beğenmedikleri herhalde rızayı korumak.

Mal ve evladla övünmenin insanın rahatını kaçırdığını, ucub; kendini beğenme sıfatının kişinin haddini bilmesine; kibrin doğruyu bulmasına mani olduğunu, cimriliğin vera duygusunu öldürdüğünü söylerdi.

İlmiyle amil alimi, işin hakikatinden bahseden arifi, gece namazına devam eden abidi kalbinden hırs ve tama duygusunu def eden müridi sever ve överdi. Halkın içinde dünyayı kötüleyip yalnız başına kalınca dünyaya kul ve köle olmayı Allah’ın azabına sebep sayardı.

“Size azab gelmeden Rabbınıza inabe edin ve O’na teslim olun” (ez-Zümeer, 39/54) ayetindeki “inabe”yi “senin, senlikten O’na dönmendir” diye, “teslim olmayı” da “hilesin ki Rabbın sana senden daha şefkatlidir” şeklinde açıklardı. Ayetteki “azabı” ise “ayrılık azabı” olarak yorumlardı.

Üç şeyin müride afet getirdiğini vurgulardı: “Para, kadın ve baş olma sevdası” Bunlardan kurtulmanın yollarını da şöyle açıklardı: Para sevgisi vera hali ile, kadın sevgisi, şehvet ve tokluk peşinde koşmamakla, baş olma sevdası münzevi yaşamakla terkedilebilirdi.

İLAHİ VE CEZBE

Sordular:

– Kişi, ilahi dinlerken neden vecde gelip cezbeleniyor da, Kur’an dinlerken aynı vecdi çoğu zaman duyamıyor; harekete gelip cezbelenmiyor? Dedi ki:

– Kur’an dinleyen üzerine ağır bir yük yükler. Dinleyen, o ağırlık altında takatsiz kalır. Nasıl vecde gelebilsin? ilahi ise öyle değil, Nefs ondan hoşlanır ve harekete gelir.

Kul, kötü bir davranışını izale etmeye kalktığında bir engelle karşılaşırsa bunu Allah’a verdiği sözün sağlam olmayışında arasın. Çünkü Allah’a olan ahdine teslimiyeti tam ve bu söze bağlılığı sağlam olan kimsenin önüne kötülükleri terk konusunda engel çıkamaz. Dedi ki: insanlarda az görülen şey, pişmanlık, ya da istiğfar değil, ahde vefadır.

Kendisini bir köşede diz çökmüş bir halde murakabede görenler, “Burada böyle niye oturuyorsun?” diye sorduklarında şu karşılığı vermişti:

– Gidin başımdan, eğer zamane sultanları benim bu haldeyken aldığım haz ve tadı bilselerdi, hasedlerinden kılıçla üzerime yürürlerdi.

Gökten yere inen hikmetin, içinde şu dört şey bulunan kalpte eğlenmeyeceğini söylerdi: “Dünyaya güven, gelecek endişesi, malayani sevgisi ve hased”

Fakr ehli, ihlas ve huzur-i kalb ile amel yapardı. Varlık tutkunu ise vesvese ve kalp dağınıklığından kurtulamazdı. Fakr ehlinin, marifet ve tevekküllerinin sağlamlığı sebebiyle, amel sırasında bedenleri zayıflardı. Çünkü onlar iman hakikatini kavrayarak amel ederdi. Dünya düşkünü zengin ise imandaki ve marifetteki zaafı haliyle ibadet ettiğinden hazz almazdı. Fakir Allah ile iftihar eder, mal sahibi, zengin, malıyla övünürdü. Fakir dilediği yere gider, zengin ise malından ayrılamazdı, adeta onunla bağlıydı. Fakir dünya ikbalinden tiksinir, dünya düşkünü zenginin amacı dünya ikbaliydi.

Şer’i hükümlere riayet etmenin murakabeyi murakabenin de gizli ve aşikar ihlas halini meydana getireceğini söylerdi.

Derdi ki:

Arif marifeti sebebiyle Allah’a bağlıdır. Diğer insanlar da karınlarından bağlıdır. Eşyaya fena gözüyle bakanın rahatı eşyadan sıyrılmaktır. Zaruret ölçüsünden başka eşyaya ilgi göstermez o. Kulun sabır konusundaki derecesi, marifeti ölçüsündedir. Sabr, insanı marifete erdirir. Sabreden kimse, sabrın acılığına katlanmalıdır ki sabredenlere verilecek sevaba erişebilsin. Allah’a yöneldiği halde kalbinde azık ve rızık endişesi taşıyan mürid felah bulmaz ve böylesinin teveccühü tam olmaz.

Çöllerde dolaştığı, seyahat ve riyazatla meşgul olduğu dönemlerde yanına sokulan bir bedevi ona şöyle çıkıştı:

– “Ey obur, nedir senin bu halin? Bilmez misin ki iddia sahibi olmak sahtekarların kusurlarını ortaya vurur. Senin tevekkülle ne işin olabilir. Sen gönlünde kendine verilecek ikramı düşünüp dururken tevekkül ehli mi olunabileceğini sanırsın. Öyle yağma yok. Önce içini arıt!”

Derdi ki: “İlim şu iki cümlede toplanmıştır:

1. Allah senin gönlünden birşeyin kaygısını çıkarmışsa zorlanıp durma, rızık ve azık tasası çekme!

2. Yapman gerekli farizayı sakın kaçırma!”

Sordular:

– Sabır nedir? Şu karşılığı verdi:

– Ölüleri diriltenin önünde sebat etmektir. Kitap ve sünnetin hükümlerini yerine getirmede gayret ve sebat göstermektir.

O’na göre sevgi, Sevgili’nin iradesinde bütün irade ve beşerî sıfat ve ihtiyaçların yok olmasıydı. Kişi manevi hazz ve tadı seherlerde tazarru ve niyazlarda aramalıydı. Bunda haz bulamayan başkasında hiç bulamazdı.

Sordular:

– Tevekkül ehlinde de tama olur mu? Dedi ki:

-Beşerî sıfat ve tabiatın bulunduğu bir yerde tama hatırdan geçebilir ama, bunun zararı yoktur. Çünkü halkın elindekine göz dikmeyen tevekkül ehli gönle gelen tamaı def’etmeye muktedirdir.

-rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Sülemi, Tabakatu’s-sufiyye,s. 284,287; Hılyetü’l-evliya, X, 325-331; Sıfatü’s-Safve, IV, 98-102; Tezkire-tü’l-evliya, (trc. S. Uludağ), s. 631-641; Nefehatü’l-Üns, (trc. Lamii Çelebi), s. 186-188; İbnü’l-Mulakkin,Tabakatu’l-evliya, s. 16-20; şarani, et-Tabakatü’l-Kübra. l, 83-84; el-Kevakibu’d-durriyye, l, 184-188.