Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Zikr-i Daim Üzre…

Altınoluk Dergisi, 1989 – Aralik, Sayı: 046, Sayfa: 035

Ahmed Harb Horasan şeyhlerinden. Ancak hayatı ile ilgili bilgilerimiz pek sınırlı. Sufilerin hayat hikayeleriyle fikirlerini ve sözlerini anlatan Tabakat kitaplarından Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-evliya’sından başka, diğer eserlerde hayatına dair bilgilere rastlayamadık. (Bk. Tezkiretü’1-evliya, Tahran 1347,s. 290-294) Hucviri ‘nin Keşfu’l mahcub adlı eserinde sadece bir menkıbesine yer verilmiş.(Bk. Keşfu’l-mahcub- Arapça terceme Suad Abdulhadi Kandil, Kahire 1975 II, 612). Attar’ın verdiği bilgiye göre Yahya bin Muaz er-Razî (ol.258/871) ‘nin şeyhi olan Ahmed Harb, verâ ve ibadet konusunda dengi bulunmayan yüksek şahsiyete sahip bir gönül eri.

Ahmed Harb, “verâ” adı verilen manevi hale sahip, şüpheli şeylerden sakınan bir sufiydi. Çocukluğundan beri özellikle şüpheli yiyeceklerden hassasiyetle kaçınırdı. Annesi onun bu huyunu bildiği için ona hazırladığı yemeklerde büyük titizlik gösterirdi. Bir gün oğluna tavuk kızartıp ikram etmiş ve:

– “Oğlum, bu benim kendi ellerimle beslediğim ve helâlılığında asla bir şüphe bulunmayan bir yiyecektir. Buyur ye!” demişti. Ahmed Harb ise:

– “Ben bir gün bu tavuğu komşumuzun damına çıkmış ve orada bazı şeyler yerken gördüm. Oysa anneciğim, senin de bildiğin gibi komşumuz kazancına bazı şüpheli şeyler karışmış bir ordu mensubudur. Binaenaleyh beni bağışla, ben bundan yiyemem.” demişti.

Ahmed Harb, “zikr-i daim” denilen Hakk’tan bir an bile gafil olmama özelliğini gerçekleştiren bahtiyarlardandı. Gönlüne takılan masiva düşüncesini derhal uzaklaştırmayı bilirdi. Nitekim bir gece evinden çıkmış, zaviyesine giderken yolda şiddetli bir yağmura tutuldu. Yolda gönlüne “acaba yağan bu yağmur, damdan sızıp odama girer ve kitaplarımı ıslatır mı?” diye bir düşünce arız oldu. Bu sırada sahibini göremediği bir ses ona adeta şöyle sesleniyordu. “Derhal evine dön, çünkü gönlün evde. Senin işe yarayan tarafın sadece gönlündür. O neredeyse, sen de orada ol!” Ahmed kendinden utandı ve hatırına gelen bu düşünceden dolayı tövbekar oldu.

Tesirli ve güzel konuşurdu.

Onun vaazlarına devam edenler, onun meclisinden ruhları dinlenmiş, gönülleri aydınlanmış, nefsleri arınmış olarak çıkarlardı. Üzerlerinde onun sohbetinin tesiri uzunca bir süre devam ederdi.

Geceleri hemen hiç uyumazdı. Bu kadar “seherî” oluşunun; az uyuyuşunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verirdi:

– Altımızda cehennem kaynıyor, üstümüzde cennet donatılıyor, fakat ben hangisine gideceğimden habersizim, gözüme nasıl uyku girsin?

Haram, ya da şüpheli lokmanın kişinin ahlakına olduğu kadar, sulbüne de etki ettiğini söylerdi. Rebab çalan, bazen demlenip sarhoş olan rind bir oğlu vardı. Bir gün Nişabur halkının ileri gelenleri şeyhi ziyarete gelmişlerdi. Sohbetin koyulaştığı bir sırada bu delikanlı elinde sazı ile geldi ve meclisin üst köşesine geçip oturdu. Mecliste bulunanlar delikanlının tavrını yadırgadılar, ancak bir şey söylemediler. Durumu sezen Ahmed Harb dedi ki:

– Bu delikanlıyı ayıplamayın, kusurunu bağışlayın, çünkü suç onda değil, bende. Bize bir gece komşumuzdan bir yemek geldi. Biz, o yemeği, nereden ve hangi yolla geldiğini araştırmadan, annesiyle oturup yedik. O gece bu delikanlı ana rahmine düştü. Daha sonra araştırınca öğrendik ki, bu yemek içinde haram ve faiz bulaşığı bulunan bir sultan yemeğiymiş. İşte bu bize yaptığımızın bir cezası.

Ahmed Harb’in ateşe tapan Behram adlı bir komşusu vardı, ticaretle uğraşırdı. Ticaret kervanını haramiler vurmuş ve malının yarısını almıştı. Ahmed, ne de olsa komşudur, diye düşünerek yanına aldığı bir kaç müridiyle Behram’ın ziyaretine vardı. Behram, şeyhe saygı gösterdi ve elini öptü. Derhal sofra hazırlamaya kalkıştı. Ahmed Harb:

– Ne olur, telaşlanma, biz sana kervanın zarar gördü, diye taziye için geldik, gel oturalım, konuşalım, dedi. Behram:

– Evet, kervanım vuruldu ama, yine de bu olay sebebiyle üç sebepten dolayı hamd etmeliyim, diye konuştu. Önce ben kimsenin malına zarar vermiş değilim, götürülen benim malım. Sonra malımın yarısı vuruldu ama, diğer yarısı duruyor. Bir de vurgun malımadır. Dinime ve namusuma değil, oysa dünya malı gelip geçicidir.

Bu konuşma şeyhin çok hoşuna gitti ve yanındaki müritlerine:

– Ben bu sözlerden marifet kokusu duyuyorum, binaenaleyh bunları yazınız, diye emretti.

Ahmed Harb, Behram’a dönerek:

– Bu kadar güzel düşüncelerin ve isabetli görüşlerin var da niye ateşe tapıyorsun? diye sordu.

– Sen zayıf, cahil ve vefasız birine bel bağlamışsın, yanlış yoldasın arkadaş, dedi. Arkasından şunları ekledi.

– Vefasızlık yapıp da yarın kıyamette beni yakmasın diye, cevabını verdi. Ahmed bin Harb:

-Ateş zayıftır, üzerine bir çocuk bile bir damla su dökecek olsa hemen sönüverir. Seni nasıl kurtarsın. Ateş cahildir, içine düşerse güzel-çirkin, faydalı-zararlı, misk-necaset hepsini yakar. Vefasızdır ateş, istersen gel deneyelim, ikimiz de ellerimizi sokalım içine hangimizi yakacak, hangimizi yakmayacak? Bunca hizmet ettiğin halde seni yakmayacak mı?

Behram, Ahmed Harb’in söylediklerinden etkilendi ve sana bazı sorular soracağım, dedi ve başladı:

– Allah bu mahlukatı niçin yarattı? Onlara niye rızık veriyor? Sonunda onları niye öldürüyor? Öldükten sonra niçin diriltecek?

Şeyh şu karşılığı verdi:

– Allah, mahlukatı tek yaratıcı kendisi olduğunu bilsinler, diye yarattı. Kendilerine rızık verenin kim olduğunu bilsinler diye onları besliyor. Kahhar olduğunu fark etsinler diye öldürüyor. Kadir olduğunu anlamaları için de onları yeniden yaratacak.

Behram bu cevap karşısında derhal müslüman oldu ve “kelime-i şehadet” getirdi.Ahmed Harb, kendisinin gıybetini yapanlara pek aldırmazdı, hatta bundan memnun olacağını belirtirdi. “Bana düşmanlık edenleri, çekiştirenleri hakkımda konuşanları bilsem de onlara altın gümüş armağan etsem. Böyleleri benim hayrıma çalıştıklarına bana ecir kazandırdıklarına göre onlara ücret vermeliyim.”

Rahmetullahi aleyh.