Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Zekat ya da Arınma

Altınoluk Dergisi, 2003 – Kasim, Sayı: 213, Sayfa: 006

Zekât, tezkiye ile aynı kökten. Hem arınma, hem de artıp çoğalma demektir. Kur’an’ın: “İsteyen ve istemeyen mahrûm ve yoksulun, zenginin malında bir hak olarak” (ez-Zâriyat, 51/19; el-Meâric, 70/25) gördüğü zekât, insanın maddî ve mânevî boyutunda arınma sağlar. Malın temizlenmesi maddî, kalbin ve nefsin arınması da işin mânevî cihetidir. Nitekim Kur’an’da: “Onların mallarından zekât al! Bununla onları temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin.” (et-Tevbe, 9/104) buyurulmaktadır. Zekât malı, kazanca bilmeden karışabilecek şüphelerden temizler. Ancak kazanca bilerek bulaştırılan şüphe ve haramlar asla zekâtla temizlenmez.

Kur’an’da “zekâtı veriniz!” emrinin hemen ardı sıra “namazı kılınız!” emrinin otuz kadar yerde geçmesi, bu iki ibâdetin insan üzerinde meydana getirdiği müşterek tesire işâret içinde olsa gerektir.

Kur’an’da: “Namazın insanı her türlü kötülükten alıkoyacağının” (el-Ankebût, 29/45) belirtilmesi, onun mânevî arınmadaki müessiriyetini göstermekte; bir başka âyet ise bu etkiyi huşû şartına bağlamaktadır (bk. el-Mü’minûn, 23/1-2). Bu âyetten, namazın nefs terbiyesindeki etkinliğinin huşû kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır.

Kur’an’da Allah’a ihlâs ile teslim olma ve O’na huşû ile yönelmeden sonra (bk. el-Hacc, 22/34) nefsin en güzel huy olan “sehâvet” sıfatına sâhip olma şartı aranmaktadır. Huşû duygusu nasıl insan nefsini Allah’ın ceberût âlemine karşı duyarlı kılıp O’nun huzûrunda bulunma kıvamına hazırlarsa, aynı şekilde “sehâvet” de insanı dünyevî bakımdan utanılıp iğrenilecek durumlara düşmekten korur. Sehâvet melekî bir sıfat olduğundan insandaki hayvânî duyguların egemenliğine son verir.

İnsan sehâvet sıfatı sâyesinde cimrilikten kurtulur. Cimrilik hem dünya, hem de âhiret hayatı için zararlı huylardan biridir. Cimri öldüğünde kalbi mala bağlı kaldığından dünyadan ayrılırken muazzeb olduğu gibi, âhirette de azâba dûçâr olur.

Zekât vermeye alışan kimse, cimriliğin etkisinden kurtulmuş olur. Ancak, sehâvet özelliğini elde edebilmek için başka bir takım alışkanlıklar da kazanmak gerekir. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir: İhtiyâca rağmen vermek, kendine eziyet edeni bile afvedebilmek, nefsine ağır ve zor gelen şeylerle karşılaştığında âhiret endişesiyle sabretmek. Bunların hepsi sehâvete hazırlık sayılabilecek davranışlardır.

Huşû nasıl namazın rûhu ve özü ise, sehâvet de zekâtın özü ve rûhudur. Nefs terbiyesi sehâvetle kıvam tutmaya başlar. Çünkü sehâvetin daha yukarısı “cûd” denilen özelliktir ki Allah’a da izâfe edilen bir sıfattır. Kul sehâvet sâyesinde “Cevâd” olan Allah’ın sıfatıyla muttasıf hâle gelerek Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmış olur.

Cimrilik uzak durulması gereken kötülüklerin başında gelmektedir. Cimrilik edip zekât vermeyen, zarara uğrar. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi bu, daha dünyada iken olur: “Müvekkel meleklerden biri: Allah’ım infâk edene halef (yenisini) ver” der. Diğer bir müvekkel melek de: “Allah’ım, cimrilik yapana telef (yokluk) ver!” der.” (Buhârî, Zekât, 27; Müslim,  Zekât, 57) diye duâ etmektedir.

Allah Rasûlü (s.a.) cimriliğin zemmi, sehâvet ve cömertliğin medhi sadedinde hadis-i şeriflerde şöyle buyurmaktadır:

“Cimrilikten sakının, çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiştir.” (Müslim, Birr, 56)

“Ben sizin fakir olmanızdan o kadar çok kaygı duymuyorun. Benim daha çok kaygı duyduğum şey, sizden evvelkiler gibi sizin de yarışa kalkışıp onlar gibi helâk olmanızdır.” (Buhârî, Cizye, 1; Müslim, Zühd, 6)

“Cömerd Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Muhakkak cömerd bir câhil, Allah Teâlâ’ya cimri bir âbidden daha sevimlidir.” (Tirmizî, Birr, 40)

Cömerdin Allah’a yakınlığı, O’nu tanımaya, O’nunla arasındaki perdeyi aralamaya kabiliyetli olmasıdır. Kur’an’da cömerd kulun verdiği zekât ve sadakanın doğrudan Allah tarafından alındığının belirtilmesi, aradaki perdelerin kalkıp mânevî yakınlığın oluştuğunu göstermektedir. Nitekim Kur’an’da buyrulur: “Bilmezler mi ki Allah Teâlâ, kullarının tevbesini kabûl eden, sadaka ve zekâtlarını alandır.”(et-Tevbe, 9/104) Allah Rasûlü de şöyle buyurur: “Hiçbir kimse helâlinden bir hurma dânesi tasadduk etmez ki Allah, onu sağ eliyle kabûl buyurarak dağ gibi oluncaya kadar büyütmesin.” (Buhârî, Zekât, 8; Müslim, Zekât, 64)

İnsan, yapısı gereği mala ve servete düşkündür. Bu yüzden bazen Allah’a kulluğu unutup paraya kul olur. Allah Rasûlü buyurur: “Dinar ve dirheme kul olanlar helâk oldu.” (Buhârî, Cihâd, 70, Rikak, 10; İbn Mâce, Zühd, 8)

Paranın ve maddî şeylerin kendine çektiği insanın yukarılara; melekût âlemine yükselmesi beklenemez. Malla kirlenen ruh; para sevdâsıyla kararan kalp, altın ve gümüşün ışıltısı ile kamaşan göz ve karışan zihin, insânî gerçeklere ve ilâhî sırlara perdelidir. Ancak zekât ve sadakanın arındırıcı etkisi sâyesinde kalb tasfiye, nefs tezkiye olabilir. Her hastalığın tedâvisi kendi cinsinden şeylerle olduğu için madde ve maldan gelen hastalık yine onlarla tedâvî edilebilir. Bu konuda: “Cimrilik ve imanın mümin kalbinde bir arada bulunamayacağı” (Neseî, Cihâd, 8) nebevî uyarısı çok ilgi çekicidir. Bu sayılanlar, zekâtın insânî eğitime katkısı türünden maslahat ve faydalarıdır.

Zekâtın bir de toplum düzeninin sağlanmasına yönelik maslahat ve yararları vardır ki, en az bunlar kadar önemlidir. Toplum düzeni içinde yaşayan insanlardan fakir olanlar da vardır, zengin olanlar da. Aslında zenginlik de fakirlik de bütün fânî şeyler gibi gelip geçicidir. Hatta bugün zengin olanlar yarın fakir, bugün fakir olanlar yarın zengin olabilir. Varlıklı insanların zekâtla yoksul insanlara destek olması toplum düzeninde sosyal adaleti sağlar; mal ve servet düşmanlığını önler. Her yıl malından belli miktarı ayırıp vermek zorunda olan zengin, “malını zekât bitirmesin” diye üretime yatırım yapar. Böylece ülke ekonomisi canlanır. Mal ve sermâye sâhibi insanların kapitallerini piyasaya sürmemeleri ekonomi ve üretimde daralma meydana getirir. Zekât bu mânâda insanları, sermayelerini tedâvülde tutmaya motive etmektedir. İkinci cihan harbinden bitkin olarak çıkan Almanya’nın ekonomik canlanma için aldığı en önemli tedbirlerden biri, bankalardaki sermayelere vergi uygulayıp halkı üretim ve sanâyi için çıkarılan devlet tahvillerine yönlendirmek olmuştur.

Dünyada yaşayan insanlardan her birinin fizikî ve rûhî özellikleri, kâbiliyet ve yatkınlıkları ile imkânları farklı farklıdır. İnsanlar bu kabiliyet ve yatkınlıklarına göre muvaffak olacakları ameller sâyesinde cennete gireceklerdir. Nitekim Allah Rasûlü buyurur: “Cennetin sekiz kapısı vardır. Namaz ehlinden olan namaz kapısından, cihâd ehlinden olan cihâd kapısından, sadaka ve zekât veren sadaka kapısından, oruç ehlinden olan Reyyân kapısından cennete çağrılır…” (Buhârî, Savm, 4; Nesâî, Zekât, 1) Bu hadisin ışığında her insanın kabiliyet ve yatkınlığına göre melekî yönünün üstün, hayvânî yönünün yenik düştüğü bir ameli ve özelliği vardır. Nitekim huşû ve tahâret özelliğine sâhip namaz ehli, namaz sâyesinde; sehâvet ve müsâmaha ehli, sadaka ve zekât sâyesinde; nefislerini riyâzat ve mücâhâde ile kıranlar oruç sâyesinde bu tür bir ihsâna kavuşacaklardır. Diğer ibâdet, ahlâk, ilim ve adâlet özellikleri de buna munzam olarak düşünülebilir.

Zekâtın aslı, her nimetin kendi cinsinden olmak üzere şükrünü edâ etmektir. Her organın bir zekâtı vardır. O da, her organı hizmete hasretmek, ibâdetle meşgul bir hâlde bulundurmak, oyun ve eğlenceyle meşgul etmemektir.

Gönül sultanları, zekât mükellefinin görevini tam olarak yerine getirmiş olması için  şu dört şartı koşmuşlardır:

1- Malı helâlinden kazanmak,

2- Kendinden fakir olanlara çalım satmak için mal biriktirme sevdâsına kapılmış olmamak,

3- Önce kendi çoluk çocuğuna güzel huy ve cömertlikle örnek olmak ve onlara iyi davranmak,

4- Zekât verdiği kişiye, minnet ve başa kakma sûretiyle eziyet vermemek.

Zekât zenginlerin malından Allah’ın fakirlere ayırdığı bir haktır. Bu yüzden fakirlere zekât veren onlara olan borcunu ödemekte olduğu için kendisi   minnet duymalıdır. Çünkü fakirler olmasa, onun üzerindeki bu hak yerine ulaşmayacağından vebâlde kalacak; hem nefsini, hem de malını arındıramayacaktı.