Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Ufuk Velî Mevlânâ

Altınoluk Dergisi, 2008 – Mayis, Sayı: 267, Sayfa: 020

İnsan; gâyeleri, hedefleri, ufku ve vizyonu kadar derin; yaptıkları kadar büyük, gerçekleştirdikleri kadar cihan-şümûl/evrenseldir.

İslâmî düşünce mensûbu ârifler ve mütefekkirler, İslâm’ın cihan-şümûl mesajını tanıtım ve anlatımda daha çok, yaratıcı olarak Allah, yaratılmışların en gözdesi olarak insan vâkıâsından yola çıkarak düşünce sistemlerini örgülemişlerdir.

Mevlânâ bu açıdan insan için Allah’ın koyduğu hedef ve gâyeyi çok yüksek seviyede ifâde etmektedir.

Var olan sevgilidir, âşık ise perde

Diri olan Mâşûktur, seven ise mürde/ölü

Aşk seviyesine ulaşan bir kulluğun, insanın gündeminde mâsivâyı ne seviyeye indireceğini gösteren müdhiş bir ifâde bu.

İnsan hedefleri kadar değerli, hedefe götüren irâde ve aşkları kadar güçlüdür. Bu beyitle Mesnevî’deki hedef çıtası en yukarıya yükseltilmiş olmaktadır. Böyle bir sevgiye ulaşmak ve gerçek sevgilide fânî olmak için insanın sevgi temrinlerine ihtiyâcı vardır. Diyor ki Mevlânâ:

Gül bahçesine gidelim, güller derelim, varalım bu gülleri âşıkların başlarına saçalım. Mest bir halde hayat pazarına girelim, herkesi mest ve kararsız hale getirelim. Parayı pulu O güzel uğruna harcayalım, O’na hizmet edelim. Onunla olmaktan elde ettiğimiz safâyı kimse bilmez.1

Allah’a koşan, kulluk derdine düşen ve onu her şeyin üstünde gören bir âşıkın işi O’nunla coşmaktır. İşi gücü, mecâli oldukça O’na kulluk ve duâ etmektir. Duâları kabûl O’nun işidir. Kulun elinde o konuda bir şey yoktur. Ancak kul elinden gelen çabadan sorumludur. Nasıl ki pervâne/gece kelebeği ışığın etrafında döner durur ve ışığın hazzına ermek için kanadını yakarsa; kul da kulluk derdiyle elinden gelen çabayı esirgememeli ve fiilî duâya devam etmelidir.2 Ki kapı açılsın. Kapı mutlaka açılacaktır. Yeter ki kul sürekli ve ısrarcı olsun.

Bahar mevsimi dünyanın kış mevsiminden uyanma ve tohum ekme zamanıdır. İnsanoğlu baharın uyanışı ile insana verdiği mesajı anlayabilirse, can soluğunu tohum bilip güzel şeyler yapmaktan geri kalmaz. Ama insan gâfil ise sâhip olduğu imkân ve iktidârın farkında değilse işi zordur. İnsan bahar gibi içinde gizlediği güzellikleri dışarı çıkarmasını bilmeli.3

İnsanı hedefe koşturan aşk önemli bir motivasyon ve güçtür. Mevlânâ bunu Mensevî’sinde şöyle ifade eder: “Bilir misin aşkla âşinâ olmak nedir? Gönlün ve nefsin isteklerinden tamamıyla sıyrılmaktır. Aşkla âşinâ olmak kan almaktır. Gönül kanını akıtmaktır. Sâhibinin kapısını bekleyen köpek gibi kulluk ve vefâ kapısında durup bekçilik etmektir.

Üstelik bu vefâ kapısındaki vefâkarlığın bir de cefâkarlık ve fedâkârlık boyutu vardır. Çünkü âşık fedâidir. Onun gözünde ölüm bir evden öbürüne, bir yerden bir başkasına göçmekten ibârettir. Ölüm ve hayat sevgiliyle olduktan sonra, müsâvîdir.

İnsandan beklenen kendini kötülüklerden koruması, günahlardan sakınması ve zühd duygusuna ermek için dünyaya kulluktan uzaklaşmasıdır. Hakk’ın sayısız lütuflarını gören ve îmanda şühûd ve ‘iyân mertebesine eren kimse, yok olmaya âşıktır; o ölüme sabredemez, daha ötesini; yok olmayı ister, fânî varlığından geçmek diler. Herkes kazâdan, belâdan ürker ve kaçar; o ise belâsız kalmaktan korkar.4

Her şeyin bir bedeli vardır; cennetin de cemâlullahın da. Dinin emrettiklerini yapmadan, insanlara faydalı olmadan, Hakk’a lâyık bir kul olmadan cennet isteme! Ölümü unutmamak gerek! Sonunda hesap var, kimseyi kırıp incitmemek gerek!

Mevlânâ hedefleri olan ve derd sâhibi bir gönül insanı olarak ileriyi gören; ufkun farkında olan bir mütefekkirdi. Bu yüzden “Tatar” diye andığı Moğol halkıyla ve onların yöneticileriyle son derece iyi ilişkiler kurmuştu. Çünkü o, Moğolları geleceğin Müslümanları olarak görüyordu. Diyordu ki: “Halk Tatar’dan kaçıyor. Biz ise Tatar’ı, yaratana kul yapmaya çalışalım. Halk kaçmak için yüklerini develere yüklediler. Bizim yükümüz yok. O zaman ne yapalım? Halk kaçarken dama çıkıp develerini mi sayalım?”5 “Tatar’dan kaçarsam Tatar miskini koklayamam.”6 Mevlânâ’nın Tatar miski dediği, Tatar soyunun İslâm boyasına ve kokusuna boyanmasıdır.

Mevlânâ bulunduğu ortamdaki insanların dünya ve dünyalık peşinde koşan tavırlarından da rahatsızdır ve der ki: “Şehir tezeğe tapanlarla doldu. Tatar ülkesindeki misk ceylanlarının göbeklerinden çıkan misk lâzım. Ancak miskle pislik böceğini birbirinden ayırd edebilen yok. Miski iyiden iyiye yaymak lâzım.”7

Tatar ülkesinin ceylânına karşı kararsız hâle gelmek lâzım. Çünkü Hıtay Türkü bir avlanmaya koyuldu mu, nice canlar kapar. O’nun atının kopardığı toz, şifa veren bir sürmedir.8

Her şey yerinde güzel, ormanda fakat zincire vurulmuş bir aslan, kum üstünde çırpınan bir balık, mahmur bir halde ötemeyen bülbül, fıtrat özelliklerini kaybetmiş demektir.9

Toplum da özelliklerini kaybederse yok olmaya mahkûm olur. Beden dünyası insanı daha kolay savurur. O yüzden can dünyasına; gönül dünyasına çıkmak lâzım. İnsanın akıl ve bilgisine güvenerek hazineyi bulduğunu sanması, gerçek hazineyi kaybetmesi demektir. İnsan bilmelidir ki düşünce ve vehimler bakımlı yapılara benzer. Bakımlı binaların olduğu yerde hazine ve define saklanmaz. Define vîrânelerdedir. Bakımlı yapılarda benlik ve didişme vardır; kavga vardır. Yokluk içinde olan ise varlıklardan utanır. Sen defineyi harâbelerde ve yıkık gönüllü insanların olduğu yerlerde ara!10 Gönül evi yıkılınca onun tavanından Hakk güneşinin nûru dolar ve o güneş gönülsüz insanı nûra gark eder.

Can karıncaya benzer; ten ise buğday tanesi gibidir. Can onu her zaman bir taraftan diğer tarafa çeker. Onun için önce can ve gönül derdine düşmeli.

İnsanların potansiyel Müslüman olma ümîdi Mevlânâ’da her zaman vardır. O Medine’de birbiriyle kavga eden Evs ve Hazrec kabilelerinin zaman içerisinde îman fırınına girip piştikleri ve kardeş oldukları örneğini verir. Der ki: “Onlar önce bağdaki üzüm salkımının taneleri gibi birbirine bağlı ve fizikî olarak kardeştiler. “Mü’minler kardeştir”11 ayetinin tesiri altında, sıkılmış üzüm taneleri gibi bir oldular. Nasıl salkımdaki üzümler görünüşte birbirlerinin kardeşidir; fakat içinde koruk olan da tatlı olan da vardır. Sıkılınca ekşi ve tatlı karışır ve bir olurlar. Onun gibi insanların îman çilesiyle kaynaşıp bir olmaları gerekir. Birlik her problemi çözer. Mevlânâ bu benzetmesinin ardından dönüp insanlığa ümîd aşılayıcı, hedef gösterici nasihatlerde bulunur ve der ki:

Ümîdsiz olmamak gerek. Allah kafir koruklara da acır. İçlerindeki istîdâdlılar mü’minlere karışır ve hepsi tatlı üzüm olur. Aradaki ikilik; korukluk ve tatlılık kalkar, kırıcı kavga da sona erer. Koruklar, hepsi üzüm olunca kabuklarını yırtarlar, birbirlerine karışır şıra olurlar. Böylece vahdet vasfında buluşurlar. Bütün mesele işin vaktini bilmek, her şeyin zamanını bulmaktır.

Mevlânâ zaman yönetimini şöyle bir hikâye ile anlatır: İhsan sâhibi bir zengin etrafındakilere paralar dağıtırmış. Bir gün bir velîye: “Sultanım size bugün bir kuruş mu vereyim, yoksa yarın üç kuruş mu versem?” diye sormuş. O Allah dostu “ibnü’l-vakt” da demiş ki: “Dün yarım kuruş verseydin, bugün vereceğin bir kuruştan da yarın vermeyi düşündüğün üç kuruştan değerliydi, beni daha çok memnûn edecekti.” Ardından da ilâve etmiş: “Peşin tokat veresiye bağıştan iyidir. İşte suratım vur silleyi. Silleyi vuran sen olduktan sonra, ben de başım da onun sarhoşudur. Ancak aklını başına al da şu içinde bulunduğun ânın kıymetini bil.” demiş.

Hedef, ufuk, ümîd ve aksiyon, zamanı iyi yönetme ile birleşince ortaya çok iyi mahsuller çıkmaktadır. Mevlânâ bunun en canlı örneğidir.

Biz bu sayıdaki yazımızla, Mevlânâ yılı münâsebetiyle bir buçuk yıl önce açtığımız “Mevlânâ İklimi’nden” sayfamızı kapatıyoruz. Normal yazılarımıza döneceğiz inşâallah.

Dipnotlar: 1) Divân-ı Kebîr, trc. Abdulbâki Gölpınarlı, Ankara, 2000, V, 159. 2) Dîvân-ı Kebir, V, 454. 3) Dîvân-ı Kebir, VII, 253. 4) Mesnevî, IV, 102. 5) Divân-ı Kebir, V, 159. 6) Divân-ı Kebir, V, 454. 7) Divân-ı Kebir, V, 181. 8) Divân-ı Kebir, I, 329. 9) Divân-ı Kebir, V, 181. 10) Mesnevî, 2475. 11) el-Hucurât, 49/10.