Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Tasavvuf ve Değişim

Altınoluk Dergisi, 2002 – Haziran, Sayı: 196, Sayfa: 025

Değişim, sosyal hayatın tabiî bir sonucudur. Fizyolojik açıdan insan organizmasında kan dolaşımı neyse, toplum organizmasında da sosyolojik değişim odur. Sosyal değişim “zaman” ile doğrudan alâkalıdır ve “kesintisizlik” şartına bağlı olarak kollektif bir grup hâlinde ortaya çıkar. Bir başka ifâdeyle değişme, toplumun temel müesseseleri ve teşkilâtında meydana gelen müsbet ya da menfî kaymalardır. Bu kayma ve değişmelerin kısa ve orta vâdeli olanlarına sosyal değişim; çağları kapsayan uzun vâdeli ve sürekli olanlarına da “ictimâî tekâmül” (sosyal evrim) denir. Değişim, tabîî, sürekli ve zarûrî bir süreçtir. Değişme farklı toplumlarda aynı biçimde değil, benzer şekillerde ortaya çıkar.1

Tasavvufun ferdden başlayıp toplumu ören ictimâileşme sürecinde “karizmatik” özelliğe sâhip mürşidin ve onun müridlerini sürekli gözetleyen yapısının çok önemli bir yeri vardır. Selçuklu ve Osmanlı tasavvuf geleneğinde gerek meslek gruplarına hitab eden “ahi zâviyeleri” ve gerekse genel mânâdaki dergâhlarda ilk önce  temel dînî-kültürel altyapı sunulmuş, ardından tarikatın türüne göre değişen iç arınma ile seyr u sülûk eğitimi verilmiş, bununla sâlikin toplum içinde psikolojik bir dayanma gücüne ulaşması; sosyal bir intibâk için değişmesi hedeflenmiştir.

Tekkeler imaretleriyle insanların karınlarını doyurduğu gibi, irşâd ortamıyla da gönüllerini doyurmuştur. Tekkedeki sosyal ortam, paylaşımı ve mensûbiyet duygusunu tatmin etmektedir. Özellikle meslek eğitimi veren ahî zaviyeleri, dervişleri iş ve meslek sâhibi yaparak üretken hale getirip topluma kazandırmıştır.

Tasavvufta sâlik kendisini değiştirmeye, dönüştürmeye karar vermiş ve bunun için gerekli olan eğitimi almak üzere âdetâ karizmatik lider konumundaki mürşide irâde beyanında bulunmuştur. Kur’an’ın şu beyanı aslında bu değişim sürecine işâret sayılabilir: “Bir toplum kendilerinde bulunanları değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanları değiştirmez.”2

Bu âyetteki “tegayyür” yâni değişmede hem müsbet, hem de menfî taraf söz konusudur. Toplum düzeni bozulunca insanlar da buna bağlı olarak bozulur veya insanlar düzelip değişince de  toplum sistemi de düzelir ve değişir. Yani değişim ve  dönüşüm iyiden kötüye, kötüden iyiye; bozulmadan düzelmeye, düzelmeden bozulmaya doğru olabilir. Dolayısıyla ferdden başlayan bu gelişme yansıma ve etkileşim yoluyla diğer fertlere ve toplum düzenine kadar uzanır.3 Burada fertlerin pozitif enerjilerinin ve niyyetlerinin, olumlu sonuçların meydana gelmesine etki edeceği şu âyette haber verilmektedir. “Bizim uğrumuzda çabalayanları elbette yollarımıza eriştiririz. Hiç şüphe yok ki Allah, ihsân kıvamında yaşayanlarla beraberdir.”4 âyetinde bu tür bir vaad ve müjde vardır.

Tasavvufta cihâd kavramı sâdece harb ve darb anlamında değildir. Aksine  tasavvufta cihâd, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır. Büyük cihâd, nefs ile cihâd olarak anılır ve bu tür cihâd, sürekliliği sâyesinde kişisel dönüşüm ve değişimle sosyal değişime katkı sağlar. Nefs ile cihâd ve nefs tezkiyesi denilen arınma, insanların tek başına gerçekleştirebilecekleri bir olay değildir. Kur’an’da tezkiye nebevî bir iş olarak anılmaktadır.5 Yukarıda  zikredilen âyette cihâdın “bizim uğrumuzda cihâd edip çabalayanlar” diye çoğul geçmesi, bu işin toplumsal yönüne dikkat çektiği gibi “Nefs son derece kötülüğü emredicidir.”6 ibâresinde mübalağalı ism-i fail kullanılması, işin istimrâr ve sürekliliğine işârettir. Dolayısıyla nefs ile cihâd eden, sürekli bir değişime tâlib demektir. Talebin gücü ve sürekliliği  nisbetinde değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Tasavvuf geleneğinde “atvâr-ı seb’a” denilen ve nefsin yedi mertebesini anlatan dereceleme bu değişim sürecine işarettir.

Tekke ortamında karizmatik liderin gözetiminde, sohbet ve zikir meclislerinde insanlar bir yandan değişim ve dönüşüm yaşamakta; bir yandan da  değişme ve gelişmelerinde meydana gelebilecek gevşeme ve zaaflarını sohbet ve zikir meclislerinde gidermektedir. Gündelik hayatın dağdağası, sıkıntı ve  meşguliyetler, sâliki zaman zaman gündemden koparmakta; mâlâyânî denilen boş meşguliyetler onda bir takım dağılma ve kopmalar meydana getirmektedir. Ancak  seyr ü sülûk merhaleleri, tekke sosyolojisi içinde insanı yeniden motive etmektedir. Âyin ve zikir meclislerinde duygular derinleşerek ciddi bir aksiyon duygusu ortaya çıkmaktadır.

Kur’an’da toplumsal değişimi öngören birtakım âyetler bulunmaktadır. Bunlardan biri Bakara sûresinde ve şu meâldedir: “Allah müminlerin dostudur. Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Kâfirlerin dostu ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara götürür. Onlar cehennem ehlidir. Orada ebediyyen kalacaklardır.”7

Bu âyet-i kerime insanın zıdları birleştiren yapısına ve sürekli bir dönüşüm ve değişime açık olduğuna işaret etmektedir. Allah’ın çağrısına kulak veren ve O’nun dostluğuna tâbi olanlar nûra doğru; tâğût ve şeytana tâbi olup onun çağrısına kulak verenler karanlığa doğru dönüşmektedirler. Gece ile gündüzün birbirini takibi gibi birbirini takib eden bu olgu, tasavvufta devr ve devriye denilen ve varoluşu izâh eden dâirevi telakkiye benziyor.

Devr nazariyesinde insan, ilâhî âlemden (Âlem-i Lâhut) tenezzülât sûretiyle kesâfete bürünmekte ve nihâyet ten kafesinde madde âleminde zuhûr ile yarım dâire çizmektedir. İnsan bu dünyada kulluk ve seyr u sülûk sûretiyle nefs mertebelerini (atvâr-ı seb’a) aşarak tekrar Hakk’a vuslat sonucu diğer yarım dâire ile devri tamamlamaktadır. Ancak bu devr ve dünya imtihanı sürecinde Hakk’ın ilhâmları ile nefs ve şeytanın çağrıları, sürekli insanları hâlden hâle dönüştürmektedir. Nitekim Kur’an’daki bir çok âyette bu mücâdele ve değişimin temeli sayılan  bir olguya işâret edilmektedir: Sizi yarattık sonra da size sûret verdik, Meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis taşkınlık gösterdi ve secde etmedi. Allah Tealâ ona: Seni secde etmekten alıkoyan nedir? diye sordu. İblis “ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten onu çamurdan yarattın” dedi. Bunun üzerine şeytan cennetten kovuldu zilleti hak etti, ama bununla birlikte Âdem ile Havva’nın; yani insan neslinin yakasından elini çekmedi. Allah’tan insanları saptırmak için sırat-ı müstakim üzere oturma konusunda izin istedi. Kendisine bu izin verildi. Allah Tealâ, kınanmış ve kovulmuş olarak huzûr-i ilâhîden  kovulan şeytana uyanlarla cehennemi dolduracağını kullarına bildirdi.8

İnsanın cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilişi, bir bakıma bu dönüşümün izlerini taşımaktadır. Yeryüzüne inen Âdem ile Havvâ Allah ile ilişkilerini tevbe ile düzeltip yeni bir dönüşüm başlattılar. Âyetin bu anlamı İslam’da  ferdî ve toplumsal dönüşümün tevbe ile başladığını göstermektedir. Tasavvufta da seyr u sülûkün başlangıcı ve ilk merhalesi tevbedir. Tevbe ile ilmek ilmek önce fertler, sonra toplumlar zulümâttan nûra doğru yol almaktadır.

Tevbe ile başlayan süreçte kişide bir yükseliş ve değişim meydana gelmektedir. Toplumsal değişim aslında fertlerden başlar. Taban zamanla kendine uygun tavan örer. Bazan da önce tavan değişir, ardından o kendine uygun taban oluşturmaya başlar.

Tasavvuf geleneğinde genellikle fertlerden topluma, tabandan tavana doğru yükselişi öngören bir gelişim anlayışı vardır. Seyr u sülûk ile kişi önce kendi enfüsî problemlerini çözmeye çalışmakta ve bunu karizmatik bir liderin, etkin bir mürşidin nezdinde yapmaktadır. Böylece tasavvufta mânevî yükseliş veya sosyal değişim ferdden cemâate, cemâatten cemiyete doğru önce dikey; sonra yatay bir gelişme süreci izlemektedir.

Tasavvuf geleneğinde ferdler seyr u sülûk sâyesinde başkalarını etkileyip değiştirebilecek bir model yapıya erişince hilâfet göreviyle görevlendirilir ve yeni sosyal değişimlere katkı sağlamasına imkân verilir. Çünkü hilâfet alacak seviyeye erişen zât, insanlara dönüşüm ve değişim ortamı hazırlayabilecek kimse olarak değerlendirilir.

İctimâî sistem değiştiğinde ferdler de değiştiği gibi, ferdlerin enfüs denilen iç âlemleri değişince de ictimâî sistem değişir. Ferdler toplumun verdiği rolü oynadıklarından onların değişimi toplumu da değiştirmiş olur. Aslolan dönüşüm ve değişimdir. Tasavvuf sosyolojisinde ise müridler, gönüllü değişim tâlibleridir.

Şiir ve söz ustalığı ile insanlığa önderlik ve yol göstericilik yapmaya ve toplumu değiştirmeye soyunan şâirlerden ancak şu özelliklere sâhip olanların hayra ulaşacağını gösteren âyet-i kerime, tasavvuf geleneğindeki uygulamaların değişimdeki rolünü Kur’anî açıdan doğrulamaktadır. Her vâdide başıboş dolaşan ve gerçekte yapmadıklarını söyleyen şâirlerin ancak şu özelliklere sâhip olmak sûretiyle hem değişecekleri, hem de başkalarını değiştirebileceklerini anlaşılmaktadır: “Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah’ı çokca ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında  kendilerini savunanlar müstesnâdır.”9

 Bu âyete göre toplum önderi özü sözüne uygun, ancak yaptığını söyleyen, yapmadıkları ile övünmeyen; Mevlânâca ifadesiyle “göründüğü gibi olan, olduğu gibi görünen,” biri olmalıdır. Ayrıca: 1-Sağlam bir imâna, 2- Sâlih bir amele, 3- Dâimi zikre sâhip bulunmalı, 4- Haksızlığa uğratıldığında risk alabilecek bir yapıda olmalıdır.

Bunlardan sâlih amelin değiştirici, düzeltici, dönüştürücü tek kelimeyle ıslah edici bir özelliği vardır. Dolayısıyla insanı ve toplumu değiştirmeye, dönüştürmeye ve düzeltmeye yönelik olmayan bir amele sâlih denemez. Sâlih amel, değiştirici ve dönüştürücü iş ve eylem demektir.

Zikir, Allah ile olmaktır. O’nu unutmamaktır. Zikir, her türlü hâl ve ahvâlde kalbin ağyâr ile değil, Yâr ile olmasıdır. Amel çabasının sadece Allah için olduğunu bilmek ve bu dönüşüm eylemine başka niyyetlerin karışmasına izin vermemektir. Zikir bilincinden uzak amel, işi asıl hedefinden saptırıp çığırından çıkarabilir.

Şer’î bir tasavvuf çizgisinde sağlam bir inanç, düzgün bir ibâdet hayatı, muntazam bir muamelât ve yüksek bir ahlâkî seviye aranmaktadır. Zikirde tevhid inancına bağlı bir maiyyet fikri; salih amel hem düzgün bir ibâdeti, hem de muntazam bir muâmelâtı kapsamaktadır. Tasavvufî değişim bu şartlar çerçevesinde gerçekleşebilir.

Dipnotlar: 1) Zeki Aslantürk, M. Tayfun Amman, Sosyoloji, İstanbul 1999, s. 354-378. 2) er-Ra’d, 13/11 3) İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, İstanbul 1995, s. 133 vd.. 4) el-Ankebût, 29/69 5) bk. el-Bakara, 2/151; el-Cüm’a, 62/2 6) Yûsuf, 12/53 7) el-Bakara, 2/257 8)  bk. el-Âraf, 7/10-18. 9) eş-Şuarâ, 26/225-227.