Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

SİLSİLE VE MÂNEVÎ NESEB

Tasavvufî terbiye, bir ara­da bulunma (sohbet) ve in’ikâs yoluyla gerçekleş­tiği, hal ve duyguların yansıma ve transferi demek oldu­ğu için mürşid ve rehbere ihtiyaç göstermektedir. Bu ilmin, Hz. Pey­gamberin mânevî ve rûhânî otori­tesinin devamı şeklinde bir özelli­ğe sahip olması, bu yolun rehber­lerinde manevi bir silsile aranma­sı sonucunu doğurmuştur. Silsile, tarikat şeyhlerinin Hz. Peygamber’e kadar uzanan üstadlar zinci­rine verilen addır. Aslında ilk hicrî asırlarda tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ilimlerde genel olarak bir ri­vayet zinciri zorunluluğu vardı. Bilhassa hadis ve tefsir ilmine dâir fikir ve görüş nakledenler, bu fikir ve görüşlerini genelde ashâb yo­luyla Hz. Peygamber’e isnada önem verirlerdi. Ancak hicrî III. Asırdan itibaren İslâmî ilimler ya­zılıp kayda geçmeye başlayınca, silsile zorunluluğu da zaman için­de terk edildi. Hicrî VI. Asır’dan iti­baren tefsir, hadis ve fıkıh konu­sunda silsile, pek aranmaz oldu. Ta­savvuf ricali ise ilimlerinin özelliği ge­reği, silsile an’anesini hiç terk etmediler. Hattâ ilk asırlarda şifâhî olarak nakledilen silsile geleneğini zamanla yazılı hâle getirdiler. Silsile cetvelleri­nin yazılı olduğu evraka “tomar” de­nir. Diğer ilim mensuplarının zaman­la terk ettiği silsile geleneğine sûfiler, ilimlerinin özelliği gereği biraz daha fazla önem verdiler. Sûfilerin verdiği bu önem sebebiyle bazıları silsilenin muhdes; yâni sonradan düzenlenmiş bir şey olduğuna iddiaya kalkıştılar. Oysaki silsile baştan beri, bütün İslâmî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da vardır.

Hz. Peygamber’den günümüze kadar devam eden iki silsile vardır. Bunlardan biri Hz. Ebû Bekir diğeri de Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygam­ber’e ulaşır. Diğer sahâbilere âid sil­sileler, zaman içinde munkarız olmuştur.

Silsile Cenâb-ı Hak’tan Cenâb-ı Peygamber vasıtasıyla gelen feyz-i ilâhi kanalı olduğundan bu tür feyze “feyz-ı isnâdi” veya “füyüzât-ı silsile-i celile” adı verilir.

Silsile, mânevî bir neseb sayılır. Kur’an’da Hz. Peygamberin hanımla­rını, “Ümmetin anneleri” sayan (el-Ahzâb, 33/6) âyetle “mü’minlerin kardeş” olduklarını bildiren (el-Hu-cûrât, 87/10) âyet ve Hz. Peygam­berin “Ben sizin babanız makamındayım” (Ebû Dâvud, Tahâre, 4) hadis-i şerifi İslâm ümmetini büyük bir aileye benzetmiştir. Bu aile anla­yışı tarikatlarda da vardır. Şeyh ba­ba, eşi anne, müridler (ihvan) kar­deşlerdir. Bu mânevi ailenin soy ağa­cı, Hz. Peygamber’e ulaşan silsilena­melerdir. Bu yüzden silsilesini bilme­yen tarikat mensupları, şeceresini bilmeyen kimselere benzetilmiş­tir. Böyle bir titizlik tarikat bağla­rında mensubiyet duygusunu pekiştirmektedir. Müridin kendi­sini mânevi olarak şeyhinin so­yundan bilmesi ve onun mânevi evlâdı sayması; şeyhin de ken­disini onun manevi babası bil­mesi ve onu manevî evlâdı gör­mesi, duyguları yükseltmekte ve iletişimi kolaylaştırmaktadır.

Tasavvufta biri tabiî, diğeri manevî doğum olmak üzere iki doğum vardır. Tabiî doğum, ço­cuğun ebeveynin mahsülü ola­rak dünyaya gelmesidir. Mânevî doğum mürşide intisapla başla­yan süreçtir. Bu doğumla mürid, doğan bir çocuğun, babasının bir parçası olması gibi, âdetâ şeyhinin bir parçası olur. O’nun ahlâk ve özelliklerini taşır. Tabiî ve ilk doğum, insanın âlem-i mülkle irtibatını sağlar. İkinci ve mânevî doğum ise insanın melekût âlemiyle alâkasını sağlar. Ni­tekim Hakk Teâlâ: “böylece biz, İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (büyük ve muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki (kudret ve azametimize) kesin inananlar­dan olsun.” (el-En’am, 6/75) Ayette geçen “kesin inananlardan olma” özelliği, ancak bu mânevî doğumla kazanılabilir. Manevî doğumu gerçekleştirmeyen kimse peygamberin mîrasçısı olmaya lâyık değildir. Kişi ne kadar anlayışlı ve zekî de olsa ikinci doğumu, mânevi nisbeti yoksa peygamber mirasçılığına ehil ola­maz. Çünkü anlayış ve zekâ, aklın neticesidir. Halbuki akıl, şeriatın nu­rundan mahrum ve kuru olursa mülk âleminde ne kadar dolaşırsa da Melekût âlemine giremez. Bu yüzden sûfiler: “Âlimler-peygamberlerin varisleridir.” (Buhârî, ilim, 10; Ebû Dâvud, ilim, 3) hadîsinî Rasûlullah’tan itibaren mânevi nesebin varlı­ğına delil sayarlar. Rasûlullah mirası­na sahip âlimliğin, gönül imârıyla gerçekleşen bir irfan olduğunu söylerler.

Tabiî doğumda babanın sul­büne tevdi edilen çocuğa âid özellikler, bu suretle çocuğa inti­kal eder. Mânevî doğumla da şeyhten müride mânevî hâl ve ahlâki özellikler intikal eder. Bu ilim ve hâller, şeyhlere sohbet yoluyla Hz. Peygamber’den iti­baren nasıl ulaştı ise müridlere de öyle yansır. Böylece manevî neseb devam etmiş olur. Sühreverdî’ye göre bu etkileşim, Allah’ın sohbet edenle sohbet edi­len, sevenle sevilenin arasını te­lif etmesi sonucu olarak meyda­na gelmektedir. (bk. Avârif Terc, s. 106-108)

Bütün tarikatlarda “silsile” vardır. Ancak silsilede, birbirleri­yle görüşmesi tarihen mümkün olmayanlar da bulunabilmekte­dir. Bunların feyzleri “üveysi” yolladır. Üveysilik cismânî olarak gö­rüşmeleri mümkün olmayan kişilerin rüya yoluyla manen görüşmeleridir. Tasavvufta zikir telkininin sırrı, Rasûl-i Ekrem’e varıncaya kadar bütün kalblerin irtibatını sağlamaktır. Mürid, kendi silsilesini teşkil eden zevât-ı ki­ramın rûhaniyetlerinden şeyhi vasıta­sıyla istifâde eder. Bu yüzden silsile­de yer alan ricalin muhtelif zamanlar­da nazım, ya da nesir şeklinde isim­leri yâd edilerek feyz yolu aranır. Bü­tün tarikatlarda buna ayrı bir önem verilir. Özellikle Nakşibendiler, tarikat âyinlerine bile bu adı verirler: Hatm-i hâcegân. Hatm-i hâcegân tarikat sil­silesinde yer alan ricalin isimlerinin saygı ile okunup yâd edilmeleri demektir. Bu arada bazı sûreler ve Kur’an âyetleriyle duâ ve salâvat, tevhid ve lafza-i celâl zikri de icra olunur, isimlerin anılmasının, rabıta­da gönlü şeyh vasıtasıyla Hz. Peygamber’e bağlamada büyük yararı vardır. Ayrıca “tefekkür-i mevt” ve “rabıta” sırasında tarikat ricalinin Hz. Peygamber’den şeyhine gelinceye kadar “yarımay” (hilâl) şeklinde otur­duklarının tahayyül edilmesi mânevî bir mülakat sayılır. Bu durum feyz-i isnâdi yoluyla sâlikin gönlünü açar, mânevi yükselişlere medar olur.

Tarikatların silsilelerini tesbit eden bazı eserler kaleme alınmış ve bunlara silsile-nâme adı verilmiştir, içerisinde ehl-i beytten birisinin yer aldığı silsilelere “silsiletü’z-zeheb” (Altın silsile) adı verilmiştir.

Sûfiler, şeyhin müridine söyledik­lerini ve silsilesini yazdırmasına delil olarak şu hadis-i şerifi öne sürmekte­dir. Peygamberimiz, Mekke fethinde bir hutbe irad buyurmuştu. Ebû Şâh isimli biri bu hutbenin kendisi için ya­zılmasını istedi. Hz. Peygamber (s.a.) “Ebû Şah için bu hutbeyi ya­zın” buyurdu (Buhârî, Lukata, 7; Müslim, Hacc, 447; Ebû Davud, ilim 3)

Manevi nisbetin alâmeti için de delil şudur: İbn Mes’ûd’un rivayetine göre Allah Rasûlü: “Allah kimin hida­yete ermesini isterse onun göğsünü islâma açar” (el-En’am, 6/125) âyeti­ni okuyunca şöyle buyurdu: “Nur göğse girince göğüs genişler. Bunun alâmeti dünyayı bırakıp âhirete yö­nelmek, ölüm gelmeden hazırlıklı ol­maktır. (Beyhâki…..’ (Şuabül îmanlı,

352 105/52. hadis) Eşraf Ali Tanevi, bk. hadislerle Tasavvuf, Tre. Zaferil-luh Davudi İst. 1995, s. 157, 266 vd. Bâtınî nisbetin alâmetinin biri de hadiste belirtildiği gibi âhirete yönelmek ve ölüme hazırlıklı olmaktır.

Tarikat şeyhleri ve tasavvuf mensupları, zaman içerisinde liyakati olmayan ve seyr u sülûk görmemiş nâ-ehil kişilerin şeyhlik iddiası­na kalkışmasını önlemek için, bir icazet şartı getirmişlerdir, icazet, şeyhlerin mürid yetiştir­mek üzere ehliyetini isbatlamış ve seyr u sülûkünü tamamlamış olan mensuplarına verdikleri yazılı veya şifahi izindir. Eğer verilen irşâd izni, yazılı belge ise onun adı icâzetnâme’dir. XVII. yüzyıldan sonra şeyhlikle­rin babadan oğla geçmesi se­bebiyle tasavvufi eğitimin belli bir düşüş kaydetmesi, tekke şeyhlikleri için icazetname aranması sonucunu doğurmuş­tur. Şeyhten icazet alan sâlik, “halife” sayılır ve tekke açması­na izin verilirdi. Ancak tekkesi ve faaliyetleri mensubu bulun­duğu tarikatın merkez tekkesi (âsitâne) tarafından denetlenir­di. Müstakil ve sorumsuz hare ketine izin verilmezdi.

Hilâfet icazetnameleri iki türlü olurdu. Birisi şeyhin hayatıyla sınırlı olmak üzere verilen hilâfet-i nakısa­dır. Bu icazetin hükmü, şeyhinin ve­fatıyla sona erer. İcazet sahibi şeyhinden sonra müstakil hareket imkâ­nına sahip değildir. Aksine âsitane denilen merkez tekkenin, ya da şey­hinin yerine post-nişin olan ser-halifenin işaretine uyar. Çünkü ser-halife hilâfet-i kâmile sahibi kişidir. Hilâfet-i tâmme veya hilâfet-i kâmile, şeyhin­den sonra da müstakil hareket imkâ­nı sağlayan ve sahibinin seyr u sülû­künü ikmâl ettiğini gösteren vesika­lardır, irşad için icazete, icazet için de kesiksiz bir silsileye sahip mürşidden seyr-u sülük görmeye ihtiyâç, hattâ mecburiyet vardır.

Bir şeyhin sağlığında pek çok hulefâsı bulunabilir. Bunlar şeyhleri­nin vefatını müteakip hemen yeni bir kol açmak yerine, merkez tekkenin hükmüne ve şeyhin baş halifesinin işaretine uymalıdır. Tasavvufta şeyh ve mürşid, fıkıhta müftü (fetva maka­mı) konumundadır. Halife ise vaiz; gibidir. Vaiz müftüye bağlı olduğu gi­bi halife de şeyhe bağlıdır. Tarikat pirleri de mezhep imamları ve müctehidler konumundadır. Bu itibarla herkesten bulunduğu konumdaki hi­yerarşiye uygun hareket etmesi bek­lenir.