Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Seyr u Sülûk – Tasavvufi Eğitim

Altınoluk Dergisi, 1995 – Haziran, Sayı: 112, Sayfa: 032

Tasavvuf bir ahlak eğitimidir. Bu eğitimin adı seyr u sülûktür. “Seyr” lügatte gezmek, “sülûk” de yürümek ve gitmek demektir. Tasavvuf kavramı olarak “seyr” sâlikin cehaletten ilme, kötü ve çirkin huylardan güzel ahlaka, kendi varlığından Hakk’a doğru hareket edip yürümesidir. Sülûk ise, tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlakî eğitimdir. Başlangıcı “tevbe”, sonu da Hakk’ın hoşnutluğu ve sevgisine erme eylemidir. Bir başka ifadeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarikata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçirdiği safhaların bütününe verilen addır. Seyrin evveli sülûk, yani manevi bir yola girme, nihayeti ise vuslattır. sülûk; tahsil, mücahede, nefy ve ispat demektir.

Seyr ve sülûk birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Tasavvuf yolunda “seyr” için sülûkun lüzumu, namaz için abdestin lüzumu gibi sayılmıştır. Nasıl abdesti olmayanın namazı yok demekse sülûku olmayanın da seyri yok sayılır.

Seyr u sülûk, bir mürşidin yanında ve gözetiminde “bey’at”, ya da “intisab” denilen tevbe ile başlayan eğitim sürecidir. “İrade”nin kamil bir mürşidin rehberliğinde Allah’a teslimiyle başlayan bu eğitim sürecinde sâlik, şeyhi ile aynileşmeyi ve bu suretle ahlaki kemale ermeyi amaçlar. Çünkü sâlikin Allah Teala’ya ulaşmak için ahlaki olgunluğa erişmeye ihtiyacı vardır. Sâlik nefsini her türlü nefsani sıfatlardan, mevki hırsından, hased, ucûb gibi kötü huylardan temizlemelidir.

Mürîd, kendisine model şahsiyet olarak seçtiği şeyhinin yanında ve onun ahlaki eğitim halkasında bulunduğu süre içinde ” sâlik ” adıyla anılır. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” temel prensibinden hareketle seyr u sülûk bir sevgi atmosferi içinde gerçekleşir. Seyr u sülûkun temeli sayılan bu söz, ahlaki eğitim ve ruhî kemal yolunda mürşidin mutlak zorunluluğunu belirtmektedir. Özel anlamıyla “şeyhi olmayanın” değil, genel ve mutlak manada “mürşidi bulunmayanın” şeytanın tuzağına düşüp oyuncağı haline geleceğini ifade etmektedir.

Seyr u sülûkun temel gayesi rıza-i ilahiye ermek ve gadab-ı ilahiyyeden kurtulmaktır. Şeyhin görevi müntesiblerini bu amaca erdirmektir. Nitekim Ahmed Rifai hazretleri gerçek şeyhi, “müridini eşkıya defterinden sildirebilendir.” diye tanımlamaktadır. (bk.Tabakatü’l-evliya, s. 98), Mürşidler, seyr u sülûke giren kişileri önce “evliya” olmalarına rehberlik etmek amacıyla kabul ederler. Bu mümkün olmadığı takdirde hiç olmazsa şakavetten kurtulup “eşkıya” kaydından düşmelerini sağlamayı amaçlarlar. Bu yüzden seyr u sülûke girmiş insanlar içinde bu iki gruba rastlamak her zaman mümkündür.

Seyr u sülûk sırasında sâlikin başarmayı amaçlayacağı şey, dağınıklıktan kurtulup tek bir gayeye yoğunlaşmaktır. “Cem-i himmet” adı verilen bu teksîf; farz, vacib ve müstehab gibi adlarla anılan vazifeleri adabıyla ve kendisine şeyhi tarafından tarif edilen şekilde yerine getirmeye çalışır. Kaçırdıklarını kaza etmeye özen gösterir. Diğer yandan da Allah’ın gadabını mücib olacak haram ve mekruh gibi her türlü yasaklardan sakınmalıdır. Eğer kazara böyle bir yasağa düşecek olursa derhal tevbe ile Hakk’a iltica etmelidir. Sülûke giren kişi, dünyada bir takım menfaatler gözetmediği gibi ahirette de yüksek derecelere ulaşacağı beklentisiyle kendisini avamdan üstün ve havastan görme yanılgısına düşmemelidir. Çünkü Allah’ın yardımı ve lütfü erişmeden insan hiçbir şeye ulaşamaz. Sâlik daima işlerinde O’nun kendisine yar ve yardımcı olmasını dilemelidir.

Cem-i himmet ve Hakk’a tefviz-i umur; yani gerekli tedbirleri aldıktan sonra işin sonucunu Allah’a havale etmek, seyru sülûkteki kalbî fiillerin en önemlisi, hatta sülûkun ruhudur. İnsanlar kemal yolunda gayretten sorumludurlar. Gayret, dua ile bütünleşirse sâlikin gönlü Hakk tecellilerine ve ihsanlarına kolaylıkla açılabilir.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, sâlikin ihtiyarî ve iradî olanla, ihtiyarî ve iradî olmayanı; ya da bir başka ifade ile kesbî olan ile vehbî olanı bir birine karıştırmamasıdır. insanlar çoğu zaman matematik hesaplarla konuya yaklaşarak kendilerine aid olan mücahede, ibadet ve gayret gibi iradî fiillerinin sonucunda manevi haz, şevk, aşk ve itminan gibi vehbi şeyler beklerler. Bunları göremeyince de münkesir olup ümitsizliğe kapılırlar. Elbette böyle bir yargı yanlıştır. Çünkü maneviyat yolu sebep – sonuç ilişkisine (illiyyet prensibi) bağlı bir olay değildir. Ayrıca da seyr u sülûkte nihaî gaye, bir takım hissi infialler değil, ameller, fiiller ve gayretlerdir. Yani insan maneviyat yoluna girince zikir, evrad ve mücahedeyle hemen aşk, zevk ve istiğraka ermeyi umup, eremeyince kendisini nasipsiz, şeyhini ehliyetsiz görmemelidir. Çünkü insanların yapıları farklı farklıdır. Mesela ayet ve hadislerde ağlamak ve gözyaşı dökmek, kalb yumuşaklığı olarak görülmüş ve övülmüştür. Ama insan vardır, fıtratındaki rikkat sebebiyle hemen ağlar. İnsan vardır, hemen ağlayamaz. Bu elbette ağlayabilenin diğerinden mutlak üstünlüğü anlamına gelmez. Ağlayamayan kişinin ağlayamadığına ağlayıp üzülmesi ve kendisini buna zorlaması kafidir ve ağlama yerine geçer. Bu yüzden sâlik, kendisini başkalarıyla kıyaslayıp ye’se düşmek yerine emrolunanı ve kendisinden bekleneni yapmaya çalışmalıdır.

Sâlik , seyr u sülûku sırasındaki riyazat ve mücahede sayesinde kötü ahlak ve sıfatlarının kökünü kazımaya muktedir olamayacağını da bilmelidir. Seyr u sülük, kötü huyların aslını yok edemez, kökünü kazıyamaz. Onları iyiye kanalize eder, güzelleştirir, vazife sahalarını ve yöneliş istikametlerini değiştirir. Mesela bir insanın fıtratında öfke ve cimrilik sıfatları varsa seyr u sülûkteki mücahede ve riyazat sayesinde bu iki sıfat kökünden sökülüp atılamaz, sadece arıtılır. Önceleri hayır yapılacak yerlerde de cimrilik gösteren adam, seyr u sülûk sayesinde sadece intakın helal olmadığı yerlerde cimrilik göstermeye başlar. Önceleri iyi-kötü ayrımı yapmadan herkese ve her şeye öfkelenen adam, seyr u sülûk sayesinde sadece kötü, şerli ve müfsid insanlara öfkelenmeye başlar. Böylece önceleri Allah’tan uzaklaşma sebebi olan bu iki huy,seyr u sülük sayesinde Allah’a yakınlığa sebep olur.

İnsanda fıtrî olarak bulunan günah meyli, isyan ve günah sayılmaz. Eğer kişinin amel ve fiili bu meyli takip etmez ve kişiden günah sadır olmazsa insandaki potansiyel halindeki günah duygusu, sorumluluk sebebi değildir. Ancak insan o duygunun güdümünden kurtulma çabası içinde olmalıdır.

Seyr u sülûk, dağınık ilgiyi topladığı gibi çözülmüş iradeyi sağlamlaştırır. Riyazat ve mücaheyle nefis, pisliklerden arınır, ve temizlenir. Zira nefis, riyazat ve mücahede sebebiyle kolaylıkla iradeye ram olur hale gelir. Nefis eğer bir binit ise cins bir arapatı gibi, onun eşinip kişneyerek şahlanması, ayak üstüne kalkması binicisini korkutmaz. Çünkü eğitimli bir koşu atı, saha da kalksa, binicisine itaat eder, onun emrine ram olur. Ancak binicinin eğitimli ve usta, atın da eğitilmiş olması gerekir.

SEYRİN DERECELERİ

Salikin manevi yükselişine göre seyrin, dört derecesi vardır. Seyr ilallah, seyr fillah, seyr maallah, ve seyr anillah.

1- Seyr ilallah: Nefsten gerçek varlık tarafına doğru yapılan seferdir. Bu seyrde sâlik, Hakk’ın sevgisine ermek için farz, vacip ve nafile olarak kendisine emredilen ahkama sarılır ve gücü yettiği kadar onları ifaya çalışır. Bu seyrdeki sâlik, ‘Sâlikbi – nefsih’ dir.

2-Seyr fillah: Sâlikin Hakk’ın ahlakıyla süslenerek beşeri zaaflardan sıyrıldığı seyr derecesidir. Kulun nafilelere devam ile Hakk’ın, kendisinin gören gözü, tutan eli, duyan kulağı olması halidir. Bu durumdaki sâlike Sâlikbi-rabbih denir.

3- Seyr maallah: Sâlik için “Ahadiyet” mertebesinin idrak edildiği cem duygusunun hakim olduğu seyr makamıdır. Seyrin bu mertebesindeki salike Sâlik bi’l-mecmû’ adı verilir.

4- Seyr anillah: Tevhid ve cem’ makamına ermiş olan sâlikin teklik’ten çokluğa, Hakk’tan halka yönelişidir. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra sâlikin irşad amacıyla halkın arasına karışmasıdır. Buna urucdan sonra nüzul; yani manevi yükselişten sonra tekrar halkın arasına iniş adı da verilir. Bu makam artık irşad makamıdır; sâlik de lâ-salik‘tir; yani sâlik olmaktan çıkmış, hilafete ehliyet kazanmıştır.

Seyr u sülûk için iki temel yol vardır. Biri nefsi tezkiye, diğeri ruhu tasfiye yoludur. Tezkiye yolu, riyazet, mücahede ağırlıklı ve zikri cehri olan ve silsilesi Hz. Alî’de son bulan tarikatlardır. Tasfiye yolu ise ruhun ibadet ve taat ile yüceltilmesi ve nefse hakimiyet sağlaması yoludur. Bu yolda zikir hafî, serdarı Hz. Ebu Bekir (r.a.)’dir.

Avarifü’l-maarif müellifi Ebû Hafs Ömer Sühreverdi, sülûk sonucunda şeyhliğe ehliyet açısından sâlikleri dörde tasnif eder. Mücerred sâlik, mücerred meczûb, sâlik-i meczûbre ve meczûb-i sâlik. İrşad için sülûk ve cezbeyi şart sayan Sühreverdi, mücerred sülûk ve mücerred meczubun irşada ehliyetli olmadığını belirtir. Kendisinde cezbe kabiliyeti olan sâlik-i meczûb ile cezbesi ağır basan meczûb-i sâlikin seyr ü sülûk sonucu irşada ehliyetli hale geleceğini anlatır. (bk. Avarif’ül -maarif Tercemesi, s. 110-115)