Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Rûhânî ve Mânevî Hayat

Altınoluk Dergisi, 1994 – Haziran, Sayı: 100, Sayfa: 032

İnsanı konu alan bütün dinlerin ve felsefi sistemlerin bir rûhanî ve mânevî boyutu; mistik tarafı vardır. Çünkü insanda “rûh” adı verilen mânevî yapı, dâimâ mânevî bir doyum arayışı içindedir. Rûhanî hayat, insanın Rabbına karşı kulluk görevleri sırasında yaşadığı rûhî derinlik ve engin mânevî hâldir. “Mânevi hazz” ve “zevk” diye de ifâde edilebilecek bu yapı İslâmî hayatta tasavvuf adıyla şekillenmiş bulunmaktadır. Ancak bu tür rûhanî bir hayatın temel esaslarını ve ilk tezahürlerini Hz. Peygamber (s.a.)’in hayatında görmekteyiz. O’nun rûhânî hayatını incelediğimizde bu hayatın iki önemli boyutu ile karşılaşırız. Bunlardan biri peygamber olarak yaşadığı rûhânî hayat diğeri de insan olarak yaşadığı rûhânî hayattır.

l. Hz. Peygamber’in Nübüvveti Gereği Yaşadığı Rûhanî Hayat

Hz.Peygamber, nübüvveti gereği biri vahiy alma sırasında, diğeri de Mirâc’da olmak üzere iki tür önemli rûhanî hayat yaşamıştır.

1) Vahiy Sırasındaki Rûhânî Hâlleri

Hz. Peygamber (s.a.)’in peygamber olarak yaşadığı rûhânî hayatın en sarsıcı ve etkileyici olanı vahiy sırasında yaşadığı rûhî hâllerdir. Hz. Peygamber, vahiy geldiği sırada bazan titrer, yüzünün rengi değişir, bazan terler ve heyecanlanırdı. Dikkatini, almakta olduğu vahye teksif ettiğinden çevresinde olanlardan âdetâ habersiz, kendi dünyasına dalardı. Eğer deve üstünde ise devesi çökerdi. Başını bir sahâbinin dizinin üstüne koymuşsa o sahâbî, adetâ bacağının cansız kaldığını hissederdi. İlk vahiy geldiği ve Cebrail ile ilk mülâkî olduğu sıradaki heyecânı ve evine gelip korku ve heyecanla “beni örtün” buyurması böyle bir rûhî hâldi. Aslında Hz. Peygamber (s.a.), peygamberliğine tekaddüm eden aylarda Hira mağarasındaki halvet ve inzivâ ile iyice letafet kesbederek melekle görüşecek ve vahyi telâkki edecek seviyeye geldi. Hattâ onun bu inzivâ hayatı Mekke halkı tarafından:”Muhammed Rabbına âşık oldu.” cümlesiyle anlatılıyordu. Hz. Âişe’den gelen bir rivâyet, Hz. Peygamber’in vahiy sırasında yaşadığı rûh hâlini anlatmaktadır. Hz. Âişe bir gün Hz. Peygamber’in yanına girdi. Hz. Peygamber’in farklı bir âlemde olduğunu gördü. Hz. Peygamber ona sordu: “Sen kimsin?” O da: “Âişe” dedi. Efendimiz: “Âişe kim?” dedi. Âişe: “Ebû Bekr’in kızı” cevabını verdi. Peygamberimiz: “Ebû Bekir kim?” diye sorunca: “Muhammed’in kayınpederi” dedi. Cenâb-ı Peygamber (s.a.): “Muhammed kim?” deyince Âişe anamız, Allah Rasûlü’nün farklı bir dünyada olduğunu anlayarak yavaşça dışarı çıktı. Hz. Peygamber’in vahiy sırasında bu tür rûhî halleri olduğu hadis ve siret kitaplarında kaydedilen rivâyetler arasındadır.

2) Mirâc’daki Rûhânî Hâlleri

Hz. Peygamber’in nübüvveti gereği yaşadığı rûhânî hâllerin ve mânevî zevklerin biri de İsrâ ve Mirâc olayıdır. Bu olayın cismânî veya rûhânî oluşu tartışmalarına girmek bizim konumuzun dışındadır. Bizim inancımıza göre Mirâc, Hz. Peygamber (s.a.)’in Rabbına mülâkî olduğu ve O’nunla perdesiz olarak görüştüğü ve Bakara sûresinin son âyetlerini aracısız olarak telakki ettiği muhteşem bir olaydır. Bu gecede beş vakit namaz farz kılınmış; Allah Rasûlü, cennet ve cehennemi görmüş ve rûhânî hazzların en güzeliyle cemâl-i ilâhiyi müşâhede etmiştir. O’nun ümmetine Mirâc’dan hediye olarak getirdiği namaz mü’minlere mirâc olmuştur.

Hz. Peygamber’e cismânî olarak bir defa gerçekleşen mirâc olayının, rûhânî olarak pek çok defa gerçekleştiği bilinmektedir. Ümmet için ise rûhânî mirâc namazla sağlanabilmektedir. Hz. Peygamber’in vahiy sırasında, İsrâ ve Mirâc gecesinde yaşadığı rûhânî hayat, şahsına münhasır iken mânevî mirac ve diğer rûhânî haller ümmetine de şâmildir.

II. Beşer ve İnsan Olarak Yaşadığı Rûhânî Hayat

Gerek Kur’an, (bk. el-Kehf. 18/110) gerekse Hz. Peygamber (s.a.)’in bizzat kendisi “beşer peygamber” olgusu üzerinde durmaktadır. İsrailoğullarının Üzeyir ve Îsâ (a.s.)’ya Allah’ın oğlu diyerek ulûhiyet isnâdı (bk. et-Tevbe, 9/30), Kur’an’da ve hadislerde Hz. Peygamber’in beşer peygamber oluşu özelliğini öne çıkarmıştır. Îsâ (a.s.)’ın Kur’an’da kelimetullah (bk. en-Nisâ, 4/171), hadislerde “Rûhullah” şeklinde tavsif edilmesi (bk. Buharî, Tefsir sûre, 2; Tevhid, 19;Müslim, Îman, 322; İbn Hanbel, III, 116), Hz. Îsâ’nın rûhânî özelliği ağır basan bir peygamber olduğunu kanıtlamaktadır. Hz. Peygamber’de rûhâniyet ve cismâniyet de tam bir muvâzene hâlindeydi. Rûhâniyeti kadar cismâniyeti, cismaniyeti kadar da rûhâniyeti güçlüydü. Bu iki özelliğinin hiçbiri diğerini gölgede bırakacak derecede değildi. O rûhaniyet ve cismâniyetteki dengesi sebebiyle Habibullah yâni Allah’ın sevgilisi idi (bk. Tirmizi, Menâkıb, 1; Dârimî, Mukaddime, 8)

Allah Rasûlü’nün beşer ve insan olarak yaşadığı rûhanî hayatın üç boyutu vardır:

1) Allah’a kulluğu esnâsındaki rûhânî hayatı,

2) İnsanlarla ilişkilerindeki rûhânîyeti,

3) Dünyaya ve eşyaya karşı rûhânî tavrı.

Şimdi bu üç konuda O’nun rûhânî tavrını kısaca açıklayalım:

1- Allah Rasûlü’nün Allah’a Kulluk Esnâsındaki Rûhânî Tavrı

Onun kulluk sırasındaki tavrı “ihsan” esasına dayalı idi. O, ihsânı “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk” diye tanımlamıştı. Bu yüzden bütün ibâdetlerini “ihsan” seviyesinde îfâ eder ve ibâdetinden rûhânî bir hazz alırdı. Namaz onun gözünün nuru idi. Namaz kılarken tam bir vecd hâli yaşar, benzi sararır, göğsünden derin sesler işitilirdi. Özellikle geceleri teheccüd namazına kalkar, ayakları şişinceye kadar kıyamını uzatırdı. Kendisine gelmiş geçmiş günahlarının bağışlandığı hatırlatıldığında “şükredici bir kul olmayayım mı?” buyurarak bundan aldığı rûhânî hazza işaret buyururdu. Namazı Rabbı ile mülâkat olarak görür ve bu mülâkatın, özellikle nâfile namazlarda uzun sürmesi hoşuna giderdi. Namaz ona dünyadan sevdirilen üç şeyden biriydi.

Oruç, cismâniyetin rûhâniyet üzerindeki etkisini azaltan bir yapıya sâhip olduğundan Hz. Peygamber, oruca düşkündü.Ramazan orucu dışında Şaban, Receb, Muharrem ve Şevval aylarında nâfile oruç tutardı. Oruçta rûhâniyetin hazzı, cismâniyeti büsbütün unutturmasın, diye ümmetine “savm-ı visal” ve “savm-ı dehr” oruclarını yasaklardı.

Hacc, kollektif bir ibadet olduğu için rûhânî etkileşim, diğer ibadetlere göre haccda daha yüksek seviyededir. Hz. Peygamber, ilk ve son haccı olan Vedâ haccında engin bir ruh hâli yaşamış ve bu duyguları ashâbı ile paylaşmıştı.

Hz. Peygamber, otururken, ayakta dururken, yürürken ve yatarken dâimâ Allah’ı zikrederdi. Dünyevî meşgale onu Allah’ın zikrinden alıkoymazdı. Çünkü o, “benim gözüm uyur ama kalbim uyumaz” buyururdu. O dâimâ Rabbı ile birlikteliğin en güzel hazzını yaşardı. “Maiyyet-i İlâhiyye” duygusu onun Hakk’a güvenini artırır, asla ye’se düşmemesini sağlardı. Bununla birlikte “İçinizde Allah’dan en çok korkup sakınanınız benim.” buyururdu. Bu haşyet, maiyyet ve recâ duygusu O’nun yüzüne tatlı bir hüzün ifâdesi şeklinde yansır, çevresine engin bir mehâbet verirdi. O’nun bu rûh hâli içindeki duâları tam bir coşku, teslimiyet ve rûh enginliğinin ifâdesiydi.

Hz. Peygamber (s.a.) peygamberliğinin başlangıcında olduğu gibi, peygamberlik yıllarında da kendi iç âlemine, rûhunun derinliklerine inmek üzere Ramazan ayının son on günü itikâfa girerdi. Dünyevî her türlü meşgaleden soyutlanır, âile ve gaileyi bir tarafa bırakarak Rabbına yönelirdi. Genelde cömerd olan Allah Rasûlü, Ramazan ayında ve itikâf sırasında yağmur yüklü bulutlar gibi olurdu. Ramazan ayında ve özellikle itikâf sırasında Cebrâil ile Kur’ân’ı mukabele ederek hatmederdi.

Hz. Peygamber (s.a.), Kur’an’ı başkalarından dinlemekten hoşlanır, hatta Kur’an dinlerken vecde gelir, gözlerinden yaşlar boşanır, rûhânî bir hazzı yaşardı. Nitekim bir gün ashâbının güzel sesli hâfızlarından Abdullah b. Mes’ûd’a Kur’an okutmuştu. İbn Mes’ûd, Nisâ sûresini okuyordu. Nihâyet“Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de onlara şâhid gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak” (en-Nisâ, 4/41) âyetine geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.) gözlerinden yaşlar boşanarak “yeter” buyurmuştu. (Buharî, Fazâilül-Kur’an, 33)

İbn Adî ve Beyhâkî’den gelen bir başka rivâyette ise: “Hiç şüphesiz bizim nezdimizde onlar için hazırlanmış boyunduruklar, yakıcı bir ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır.” (el-Müzzemmil, 73/12-13) âyetini okuduğunda Allah Rasûlü’nün sayha edip yere düştüğü belirtilmektedir. Rasûl-i Ekrem, rahmet ve duâ âyetlerini okuyunca sevinir, azâb ve cehennemle ilgili âyetleri okuyunca üzülürdü. Kur’an’da, bu tür sevgi, coşku ve korku dolayısıyla hissedilen rûhânî vecdin tezâhürü olan ürperti şeklindeki hâller övülmektedir: “Rablarından korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar.” (ez-Zümer, 39/23)

Bu tür rûh hâllerinin tezâhürüne ashâb-ı kirâmda da rastlamak mümkündür. Tasavvuftaki aşk, cezbe ve vecd diye isimlendirilen rûh hâlleri, bu rûhânî hayattan kaynaklanmaktadır.

2. Hz. Peygamber’in insanlarla İlişkilerindeki Rûhânî Halleri

Hz Peygamber’in beşeri ilişkilerinde; insanlarla olan münâsebetlerinde “rahmet peygamberi” oluşunun kucaklayıcı ve sıcak tavrı muhabbet olarak ortaya çıkmakta, “maiyyet-i ilâhiyye” duygusu, çevresindeki bütün insanları, “heybet ve mehâbet” adı verilen bir rûhânî tesir altına almaktaydı. Dostlarına ve sevenlerine güven veren bu heybet unsuru,düşmanlarının gönlüne bir aylık mesâfeden korku tohumları ekmekteydi. Nitekim “Ben, düşmanlarımın gönlüne bir aylık mesâfeden korku salmakla te’yid olundum.” (Dârîmî, Siyer, 28, Buhârî, Teyemmüm, 1) buyurmaktadır. O’nun, görenlerin “Bu yüzün sâhibi yalancı olamaz ” itirafında bulunmaya mecbûr olduğu bir rûhânî etkisi vardı. Onu görüp heybetinden titreyenleri “Ben, kral değilim, Mekke’de güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum” diye teskin ederdi. O’nu dinleyen sahâbîler, başlarındaki kuşu uçurmaktan korkan insanların dikkat ve titizliği ile onun sözlerini dinleyip vecde gelirlerdi. O çevresindekilere rûhânî bir hayat yaşatırdı. Ondakı mânevî duygular, civârındaki ashâbına da yansırdı. Ashâbı da bu duyguların coşkusuyla kendilerini bambaşka âlemlerde hissederlerdi. Huzûrundan ayrıldıklarında bu hallerini devam ettiremediklerini söylerlerdi. O da onlara “Siz benim yanımdaki duygularınızı sâir zamanda da hissedebilseniz meleklerin sizinle musafaha ettiğini görürdünüz. ” buyururdu. O’nun rahmet peygamberi oluşundan ve maiyyet-i ilâhiyye duygusundan kaynaklanan bu rûhânî tavrı, maiyyet-i ilâhiyye olgusuna ermeye çalışan engin gönüllü müminlere de mevrûstur. Onlarda da bu etkileyici heybet ve insanları kucaklayıcı muhabbet açıkça görülmektedir

3. Rasûl-i Ekrem’in Dünyaya ve Mâsivâya Karşı Rûhânî Tavrı

O’nun dünya ve mâsivâ konusundaki ölçüsü, Kur’an’daki “Tam bir yönelişle Rabbına yönel!” (el-Müzzemmil, 73/8) âyetinde anlatılan tebettül ve zühd şeklindedir. Eşyâyı, Mevlâ’ya götüren yolda bir araç gibi görmek; onu gaye haline getirmemek ondaki zühdî anlayışın gereğiydi. Rûhânî yolda dünya, eşyâ ve mâsivâ insanın içinde yüzdüğü, ama içine dalmaktan kaçınması gereken bir denizdir. Allah Rasûlü’nün bu konudaki tavrını daha önce “zühd” bahsinde özetlemeye çalışmıştık. Bu yüzden burada tekrarına gerek duyulmamıştır.