Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

PEYGAMBERİMİZ ve MERHAMET EĞİTİMİ

SELÎM KALBİN ÖZELLİKLERİ
Gönül ehli duygusal zekâsı ve kalbî hassâsiyeti yüksek ve duyarlı insandır. Çünkü kalb dış etkilere açıktır. Evirilip çevrilmesi kolaydır. Gönül insanları kalbin âfetlerini bilen ve bu âfetten gönüllerini koruyabilenlerdir. Kalbin en büyük âfeti kasvettir. Kasvetli bir kalb duyarlılığını; yâni gerek yaratanla, gerekse yaratılanlarla ilişkideki hassâsiyetini kaybetmiş demektir. Böyle bir kalbe sâhip olana gönül insanı denilemez…

SELÎM KALBİN ÖZELLİKLERİ
Gönül ehli duygusal zekâsı ve kalbî hassâsiyeti yüksek ve duyarlı insandır. Çünkü kalb dış etkilere açıktır. Evirilip çevrilmesi kolaydır. Gönül insanları kalbin âfetlerini bilen ve bu âfetten gönüllerini koruyabilenlerdir. Kalbin en büyük âfeti kasvettir. Kasvetli bir kalb duyarlılığını; yâni gerek yaratanla, gerekse yaratılanlarla ilişkideki hassâsiyetini kaybetmiş demektir. Böyle bir kalbe sâhip olana gönül insanı denilemez.
Kalbin, kasvetten kurtularak selîm olması iki özellikle belli olur: Haşyet ve merhamet.

I- HAŞYET
İlme dayalı, saygı ve kaygı ihtivâ eden korkudur. Kur’an’da:
اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰۤؤُۨا
“Allah’tan gerçek mânâda ancak âlimler/ârifler haşyet eder/korkar”  âyetinde korku, bu kelimeyle ifâde edilmiştir. Ayrıca mescidleri îmâr edenlerin de sâdece Allah’tan korkan, O’na ve âhiret gününe inanan, namazını kılan ve zekâtını veren kimseler olduğunu belirten âyette de haşyete vurgu yapılmaktadır.
Haşyet bir kalb eylemidir. Korku ve sakınmayı Allah’a duyulan sevgi ile harmanlanmış saygıyı ifâde eder. Kalbi katılaşan insanların durumlarını kayalara benzeten âyette haşyet ifâdeleri yer almaktadır:
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاۤءُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ
“Bundan sonra yine kalbleriniz katılaştı. Artık kalbleriniz taş gibi, yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi vardır ki içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de vardır ki su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da haşyet-i ilâhî ile yukarıdan aşağıya yuvarlanır.”
Allah Teâlâ bir başka âyette “üzerlerine Kur’an indirilse dağların haşyet-i ilâhiyeden/Allah korkusundan baş eğmiş ve paramparça bir hâle geleceğini” belirtmektedir:
لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ
“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün.”
Allah Rasûlü: “İçinizde Allah’ı en iyi bilen ve O’ndan en çok korkanınız benim”  ifâdesinde haşyet kavramını, “bilmek” ile birlikte kullanmaktadır. Haşyet Allah ile ilişkilerde saygıyı önceleyen bir korku ve kalbin kasvetine engel bir duygudur.
Haşyette ihsân anlamı da vardır. Nitekim Allah Rasûlü Cibrîl hadîsinin Müslim rivâyetinde ihsânı târif ederken: “Onu görüyormuşçasına Allah’tan korkmanızdır”  buyurmaktadır.
Allah Rasûlü ashâbına tâlim ettiği duâlarında da haşyetin günaha perde oluşturacak özelliğine dikkat çekerek şöyle buyurur: “Allah’ım! Bize haşyetinden Seninle Sana karşı işlenecek günahlar arasında perde oluşturacak bir pay ver!”
Allah Rasûlü Kur’an okuduğu zaman haşyet ile okuyanları en güzel okuyanlardan sayar.  Yine haşyetullah sebebiyle akıtılan gözyaşını en değerli amellerden addeder.

II- MERHAMET
Kalbin kasvetten uzak ve selîm olduğunu gösteren ikinci özellik merhamettir. Merhamet Allah’ın Rahmân isminin tecellîsinden pay, gönül ile Rahmân arasındaki irtibâttan nasîb almaktır.
Varlık, var oluşunu Rahmân eseri olan rahmet ve merhamete borçlu olduğu gibi devamını da O’na borçludur. Kâinâtın düzeni rahmet ve sevgiye dayanır. Sevginin temeli şefkat ve merhamettir. Merhamet olmayan yerde sevgiden, sevgi olmayan yerde şefkatten bahsedilemez. Bunlar birbirini bütünleyen şeylerdir. Bu yüzden Kur’an, Peygamberimiz’i hem rahmet peygamberi:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“Habîbim, biz seni âlemlere ancak rahmet olmak üzere gönderdik.”
hem de Rahmân ve Rahîm isminin mazharı olarak takdim etmektedir:
لَقَدْ جَاۤءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُۧفٌ رَح۪يمٌ
“Size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, hüsrânınıza üzülür, saâdetinizi ister; yüreği re’fet/şefkat ve merhametle çarpar!”
Allah, bu son âyette peygamberinin şefkat ve merhametini kendisine âid Raûf ve Rahîm isimleriyle tescîl etmiştir.
Sen raûfsun rahîmsin buluttan cömerdsin
Bulut verirken ağlar, sen tebessüm edersin
Doğrusu âlemlere rahmet bir peygambere yakışan da budur. O şanlı nebî, âlem-şümûl rahmetin biricik temsilcisi olduğundan sadece bir bölgenin, bir yörenin, bir iklimin ve bir ırkın değil, topyekün insanlığın şefkat ve merhamet ocağıdır. Onun her şeye şâmil olan âlemşümûl merhameti, rahmeti ve insânî şefkati en çok beşerî münâsebetlerde ortaya çıkmakla birlikte hayvanlar, bitkiler ile canlı ve cansız varlıklara varıncaya kadar her şeyi kapsamaktadır. Onun insânî ilişkilerini incelediğimiz zaman merhamet ve şefkatin en şâhika örneklerini görürüz.
Kur’an, onun rahmet özelliğini bir başka âyette şu lafızlarla takdim etmektedir:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
“Allah’ın rahmeti sâyesinde ey Muhammed sen insanlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları bağışla, onlar için mağfiret dile, iş konusunda onlarla istişâre et. Bir kere karar verdin mi Allah’a tevekkül et! Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”
Bu âyette Allah Rasûlü’nün insânî ilişkilerinin zemininin merhamet ve şefkat olduğu belirtilmektedir. İnsanların yanlışlık ve taşkınlıklarına hoşgörü ile mukâbele etmesi ve onlar için Allah’tan mağfiret dilemesi öngörülmektedir. Ayrıca yapılacak işlerde insanların görüşlerine başvurması tavsiye edilmekte, ancak karar aşamasına gelmiş işlerde ise kararsızlık göstermeden Allah’a dayanarak işin sonuçlandırılması emredilmektedir.
Haşyet ve merhametle ilgili âyet ve hadîslerin ışığında yapılan İslâm târifi: “Allah’ın emrini ta’zim ile haşyet; O’nun yaratıklarına merhamet” şeklindedir.
Muhammedî şefkat ve merhamet umûmîdir. Yaratılan her varlığı, Hakk’ın kudret tecellisine mazhar her şeyi kuşatmaktadır. Çünkü Allah, peygamberini bu duyarlılıkta yaratmıştır.
Sadece kendi nefsî istek ve taleplerinin farkında olup onları putlaştıran kişi ve kimseler bu âlemi îmâra değil, belki vîran etmeye âmâde insanlardır. Oysa insanoğlu bu âleme önce kendi gönlünü îmâr etmeye, ardından gönüller îmârına gelmiştir. Gönlünde şefkat ve merhamet bulunmayan kimsenin başka gönülleri îmâr etmesi mümkün değildir. Uyuyan, uyuyanı nasıl uyandırabilir ki? Uyandırmak derdinde olan insanın önce kendisi uyanmalıdır. Allah Rasûlü bu mânâda engin gönlüyle ve diri kalbiyle ashâbını ilmek ilmek, motif motif işlemiş onları merhamet ve şefkat önderi, sevgi eri sevdalı insanlar haline getirmiştir.
Muhammedî şefkat ve merhamet insana âlemdeki tecellîleri cemâl ve celâl boyutuyla kavrayıp kuşatmayı ve bunun sonucunda Allah’tan gelen acılardan burukluk duymamayı bahşeder. Nitekim bir sûfî şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:
Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül, yahud diken
Ya hil’at ü yahud kefen / Lutfun da hoş kahrın da hoş

 

PEYGAMBERİMİZ ve MERHAMET EĞİTİMİ
I- İNSANLARA KARŞI MERHAMETİ
İnsânî ilişkilerin nîrengi noktası, karşısındakinin farkına varmak ve onun da insan olduğu duygusuna ermektir. Sadece “kendi” merkezli yaşamak, “ben merkezli” düşünmek ve karşısındakileri hiçe sayıp görmezden gelmek insânî ilişkilerin en önemli zaaf noktasıdır. Beşerî münâsebetler, insan ilişkileri ve kişisel gelişimle ilgilenenler diyorlar ki: İnsânî ilişkilerin temel noktası “empati” denilen kendisini karşısındakinin yerine koyma prensibidir. Bu açıdan baktığımızda Allah Rasûlü’nün yüksek şahsiyetinde bu özelliğin çok çarpıcı örneklerini görürüz.
Allah Rasûlü’nün yakın çevresinde bulunan âile fertlerinden başlayarak bütün ashâbına ve topyekün insanlara karşı şefkat ve merhametle davrandığını, hiç kimseyi asla incitmediğini görürüz. Gördüğü yanlışlar ve hatalar karşısında insanları uyarırken “galat-ı ru’yeti” kendine izâfe ederek; yani kendisinin yanlış görmüş olduğunu söyleyerek derdi ki: “Bana ne oluyor ki ben bazı kardeşlerimi şu şu hallerde görüyorum.”  Bu ifadeleriyle: “Kardeşlerim böyle yapmaz, ben herhalde yanlış görüyorum”  demek isterdi.
İslâmî anlayış, Muhammedî rahmet ve şefkat ikliminde insanları sevmeyi, sevgi denizinde buluşmayı öğütlemektedir. Peygamberimiz’de -âile hayatından toplum ve devlet düzenine varıncaya kadar- merhamet ve şefkatin en güzel örnekleri vardır.

1- Âile Hayâtındaki Merhameti
İnsanın “olduğu gibi göründüğü yer” âilesinin yanıdır. Hiç kimse âilesinin içinde, olduğundan fazla görünme ihtiyacı hissetmediği gibi böyle bir şansa da sâhip değildir. İnsanların insânî ve ahlâkî özelliklerini en iyi bilenler, içinde yaşadıkları âile fertleridir. Bu açıdan Hz. Peygamber’in beşerî ilişkileri hakkında eşleri, çocukları ve hizmetçilerinin tesbit ve değerlendirmeleri büyük önem arz etmektedir. İlk eşi Hatice anamız onun hakkında şu tesbitlerde bulunur: “Sen yakınlık bağlarına saygı gösterir, kimsenin hakkına tecâvüz etmezsin.”  Hz. Âişe anamız ahlâkını Kur’an olarak gördüğü  Allah Rasûlü’nü şu lâfızlarla anlattır: “O evinde ayakkabılarını tâmir eden, söküğünü diken, önüne konursa yiyen, değilse asla istemeyen, insanların kusurlarını bağışlayan bir insandı.”
Torunları Hasan ve Hüseyin ile Zeyd’in oğlu Üsâme’yi kucağına alarak, okşayıp iltifat ederek gösterdiği şefkat tavrı, ondaki  merhamet duygusunun bir başka tezâhürüdür. Hatta onu çocukları ve torunlarını öperken gören bir bedevî taaccüb ederek: “Yâ Rasûlallâh! Siz çocuklarınızı öper sever misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız” dedi. Efendimiz de: “Allah senin gönlünden merhamet ve şefkati almışsa ben ne yapabilirim!”  diye cevap verdi.
On yıl kadar onun hizmetinde bulunan Enes (r.a.)’in: “Beni yaptığım ve yapmadığım şeyler sebebiyle hiç azarlamadı”  sözü, onun hoşgörü ve merhametini gösterir. Hz. Zeyd b. Hârise’nin onun yanında bulunmayı, baba ocağına tercih edişi ve babasının davetine rağmen onun yanında kalmayı istemesi  onun insanların kişiliklerine gösterdiği saygıyı ifâde eder.

2- Toplum Hayatındaki Merhameti
Allah Rasûlü, toplum hayatında muallim ve mürşid olarak inananlara karşı da, inanmayanlara karşı da merhametliydi. O inananlara düşkündü.  Bu düşkünlüğü sebebiyle onların her türlü acıları ve sancıları ile sevinçlerini paylaşır, onlara danışırdı. İnsanların kusurlarını asla yüzlerine vurmaz, azarlayıp ayıplamazdı. Mescide bevletmek gibi tabiî ihtiyacını görmek isteyen bedeviye müdâhale etmeye kalkışanlara bile mânî olmuş ve “Bırakın hâcetini görsün” buyurmuş ve ardından o mahalli bir kova su döktürerek temizletmişti.
Gençliğin verdiği taşkınlık ve şaşkınlıkla kendisinden zinâ etmek için izin isteyen genci azarlayıp ayıplamak yerine iknâ yöntemini seçmişti. Gence: “Böyle bir fiilin annesine, bacısına, teyzesine vs. yapılmasından memnûn olup olmayacağını” sorarak gönlündeki bu meyli önce suâl ve iknâ ile ardından nazar ve duâ ile ber-taraf etmişti.
O, inanmayanlara karşı da merhametliydi. Kendisine yapılan haksızlıkları affederdi. Nitekim  Necid gazvesinden dönerken bir ağacın altında istirahata çekilmiş ve kılıcını da ağacın dalına asmıştı. Allah Rasûlü’nü yalnız başına gören müşrik ağaçta asılı kılıcı kaparak: “Şimdi seni benim elimden kim kurtarır?” diye ona doğru hamle yapmıştı. Allah Rasûlü öyle bir “Allah!” dedi ki müşrikin elinden kılıç düştü. Bu sefer hamle sırası kılıcı eline alan şanlı nebîye gelmişti. Müşrik hemen afv dileyince Allah Rasûlü onu bağışladı.  Çünkü Allah Teâlâ ona:
خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ
“İnsanlarla ilişkilerinde hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!”  buyurmuştu.
Kendini ve Rabbini bilmeyen câhillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine, ahlaksızca davranışlarına aldırma, onlara aynıyla mukabele etmeye kalkışma! Bu âyetin tefsîri sadedinde vârid olan şu hadîs-i şerif bu konudaki ölçüleri ortaya koymaktadır: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni arayıp sorman, seni mahrum bırakana ihsanda bulunman ve sana zulmedeni bağışlamandır.”
Âyetin inmesinden sonra Allah Rasûlü: “Öfke gerçekleşmiş iken insanın nasıl kendisine hâkim olup câhillerden yüz çevirebileceğini”  söyleyince devamındaki şu âyet nâzil oldu:
وَإِمَّا يَنزغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ إِنَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Eğer şeytandan bir dürtü seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki Allah işitir ve görür.”  Yâni şeytan sana emrolunduğun şeyin tersini yaptırmak üzere bir tahrik ve galeyan verecek olursa hemen Allah’a sığın. Nefsine hâkim ol, demektir.

3- Devlet Yönetimindeki Merhameti
Allah Rasûlü devlet başkanı olarak inananlara karşı da, inanamayanlara karşı da merhametliydi. Mekke onun çok sevdiği yurduydu. Hem de çıkarılmasa, asla terketmeyi düşünmediği yurduydu. O kendisini Mekke’den çıkaranları hattâ hicrette yakalamak üzere iken kumlara saplanan Sürâka’yı, kendisini Mekke’den çıkartan Ebû Süfyan’ı ve eşi Hind’i, Hamza’yı öldüren Vahşî’yi hep affetti. Ancak onun afv ve musâmahası acz, zillet ve meskenet değildi, âlemşümûl vakarından ve merhametinden kaynaklanıyordu.
Müslüman izzet ve vakar sâhibidir. Allah Teâlâ:
وَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِه۪ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ
“İzzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananlarınındır. Fakat münâfıklar bunu bilmez”  buyurur. Bu âyetin  inmesine vesîle olan Mustalık Gazvesi dönüşü yaşanan olaylardır. Münâfıklar kuyu  başında Müslümanlarla tartışmış ve münâfıkların reîsi Abdullah b. Übey b. Selûl: “Medine’ye dönünce şerefliler şerefsizleri Medine’den çıkaracaklar” demişti. Bu tartışma sonunda İbn Selûl’un oğlu Abdullah babasını sözünü geri almaya zorlamış ve kan dökülmeye ramak kalmıştı. Allah Rasûlü büyük diplomasi ve merhametiyle Abdullah’ı babasını öldürmekten vazgeçirdi ve büyük bir fitneyi önledi.  Allah Rasûlü, bunu bir zillete rızâ göstermek için değil, Medîne İslâm toplumunda ortaya çıkabilecek fitneyi önlemek için yapmıştı. Çünkü devlet işinde duygulardan çok prensipler ve akıl önde olmalıdır.
Peygamber Efendimiz Huneyn dönüşünde müezzinine ezan okutmuştu. O sırada orada bulunan Ebû Mahzûre bir grup arkadaşlarıyla birlikte okunan ezan lafızlarını alaylı bir şekilde yüksek sesle tekrarlamışlardı. Sesleri duyan Allah Rasûlü o sırada onlara bağırıp, çağırıp azarlamak yerine: “Yüksek sesle ezanı tekrarlayan hanginizdi” diye sordu. Arkadaşları Ebû Mahzûre’yi gösterdiler. Onu yanına çağırarak ezan okumasını öğretti ve eline bir kese gümüş vererek Mekke’ye müezzin tayin etti.
Efendimiz merhametinin gereği olarak bütün yaratıklara karşı şefkatte, afv ve merhamette sınırsızdı. Devlet başkanı olarak toplumun bütün kesimlerinin derdi onun yüreğini kanatır ve ciğerini sızlatırdı. Çünkü güneşin doğduğu yerde bulunan Müslümanın ayağına batan diken güneşin battığı yerdeki Müslümanın ayağını sızlatmalıydı. Bu Müslümanın iman göstergesiydi.
Kendisine yapılan her türlü haksızlık ve yanlışa karşı olgunlukla mukâbele eder, insanların hatalarını bağışlardı. Nitekim bir ganîmet dağıtımı sırasında kendisinden develerinin ganîmetle doldurulmasını isteyen ve bunu talep ederken Allah Rasûlü’nün yakasına yapışıp cübbesinin iplerinden tutup boynunda iz bırakacak kadar çeken ve ardından: “Babanın malını vermiyorsun, develerimi ganîmet malıyla doldur” deme küstahlığında bulunan bedevîye bile tebessüm ederek talebini yerine getirmiş ve onu bağışlamıştı.
Haddini bilmeyen, sınırı aşan insanlarla ilişkide sürekli merhametle davranıp incinmemek ve incitmemek zor bir iştir. Hatta denilebilir ki incinmemek incitmemekten daha da zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Elinize, dilinize, gözünüze sahip olursunuz, kendinizi frenlersiniz ve insanları incitmeyebilirsiniz. Ama insanların ham, çiğ davranışları karşısında incinmemek elde olan bir şey değildir. Bu ancak çok engin bir gönülle aşılabilecek bir nefs engelidir. Allah Rasûlü incitmediği gibi incinmezdi de. Nitekim Yûnus incinse bile insanın incitmemesi gerektiğini şöyle ifâde eder.
Dövene elsiz gerek,  Sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek, Sen derviş olamazsın.
Ashâb arasında bedevîlikleri sebebiyle nice kabalık yapan insanlar vardı. Ama o bunlara kızmazdı. Bu davranışları yapanları incitecek ölçüsüz tepkiler göstermek şöyle dursun ashâb içinden ölçüsüz tepkiler gösteren olursa uyarır, onları hoşgörüye ve incitmeyen nazik tavra davet ederdi.
İnsânî ilişkilerde kusûr örtücü olup yapılan yanlış ile onu yapanı birbirinden ayırmak da rahmet gereğidir. Allah Teâlâ peygamberine tâlim ettiği ahlâkta bunu emreder:
فَاِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ اِنّ۪ي بَر۪يۤءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ
“Onlar sana uymaz, karşı gelirlerse ben sizin yaptıklarınızdan uzağım, de!”  Âyette “sizden uzağım de” denilmemiş olması, yanlış davranışlar sebebiyle kardeşin üstünün çizilmesine izin olmadığını anlatmaktadır. Çünkü insanın hal ve hareketlerinde meydana gelen değişiklik ve ârızî bir sürçme, bir zaaf eseri olarak ortaya çıkmışsa kişinin bundan vazgeçip düzeltmesi umulur.
Temelinde hamlık, hoyratlık olan kaba davranışlar ve haddini bilmeyen küstah tavırlar insanları incitir, üzer ve gönüllerini kırar. Nübüvvet pınarının serçeşmesi olan peygamberler ve başta Hz. Peygamber (a.s.) incinmeme ve incitmeme konusunda insanlığa model olmuştur. Ahlakî erdemler de ancak model şahsiyetlerden öğrenilebilir.
İslam tarihi boyunca ümmetin yaşadığı güzelliklerde Allah Rasûlü’nün yüce şahsiyetinin ve üstün karakterinin izleri vardır. İnsanlar o şahsiyete yaklaşabildikleri ölçüde toplumda kabûle lâyık fazîletlere ermişlerdir.
İncinmemek ve incitmemek edebiyâtımızda da ayrı bir güzellik rüzgarı oluşturmuş ve pek çok şâir bu konuda duygularını dile getirmiştir. Bunlardan biri olan Pertev Paşa bu mânâyı şöyle ifâde eder:
Ne şemm et bülbülün verdin, ne de hârdan incin
Ne gayrın yârine meyl et, ne sen ağyârdan incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh u zârdan incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin
***   ***   ***
Cihân bağında ey âkıl budur makbûl-i ins u cin
Ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incin

II- DİĞER VARLIKLARA KARŞI MERHAMETİ
Onun anlayışında korunmaya muhtaç ve hayâtın devamı için lüzumlu olan her şey merhamet ve şefkatle korunmalıydı.

1- Hayvanlara Karşı Merhameti
Allah Rasûlü hayvanlarına eziyet eden insanları insaf ve merhamete dâvet ederdi. Nitekim bir gün ensârdan birinin bahçesine vardı. Orada bulunan deve, Rasûlüllah’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Allah Rasûlü hayvanın yanına gidip başını okşayınca devenin ağlaması durdu. Sonra Rasûlüllah bahçe sâhibini arayıp buldu ve adama buyurdu ki: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun? Bu hayvan senin onu dövüp işkence ettiğinden şikâyet etti.”
Bir başka seferinde keseceği hayvanın gözü önünde bıçağını bileyen sahâbîye: “Sen bu hayvanı kaç defa öldüreceksin?”  diye çıkışmıştı. Mekke’nin fethi için Medîne’den kalkan on bin kişilik ordusuyla Mekke yakınına gelen Allah Rasûlü’nün yeni yavrulamış bir köpeği askerler tarafından ezilmesin diye, başına nöbetçi dikerek koruma altına almış olması  onun yaratılanlara merhametini gösteren çok önemli bir hâdisedir.
Peygamber Efendimiz, yakılan bir karınca yuvası karşısında dehşete gelerek: “Bu karınca yuvasını kim yakabilir!” diye teessürünü ifâde etmiştir.

2- Bitkilere ve Çevreye Karşı Merhameti
Sevgili Peygamberimiz’in bütün varlıklara şâmil şefkat ve merhametinin ağaçları, bitkileri, çiçekleri ve tüm ekolojik çevreyi kuşattığını görüyoruz. Nitekim o şöyle buyurur: “Kim bir sidre ağacını keserse, Allah onun başını cehenneme uzatır.”
Muhammedî merhamet ve şefkat umûmîdir. Yaratılan her varlığı, Hakk’ın kudret tecellîsine mazhar her şeyi kuşatmaktadır. Çünkü Allah, peygamberinin bu duyarlılıkta olmasını istemiştir. İnsanların bir dağ ve kaya parçası gibi gördüğü Uhud Dağı için söyledikleri bu mânâda çok çarpıcıdır: “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever.”  Cansız gördüğümüz bir dağın canlı gibi sevgi duygusunu anlayacak ve pozitif enerjisini kavrayacak ancak Allah Rasûlü’nün gönlü gibi yüce bir gönül olabilirdi.
Rasûlüllah’ın şefkat ve merhameti bütün varlıklar için olduğu gibi insanlık âlemi için de cihânşümûl bir vasfa sahipti. O, bir gün buyurdu ki: “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” Sahâbîler dedi ki: “Yâ Rasûlallah! Biz hepimiz merhametliyizdir.” Allah Rasûlü buyurdu: “Benim kasdettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhametiniz değil, bilakis bütün yaratılanlara şâmil olan merhamettir.”  Bu nebevî özellik tasavvufî halk muhitlerine Yûnus diliyle maruf olan dörtlükle şöyle girmiştir:
Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü
Yaradılanı severiz / Yaradanından ötürü.
Muhammedî şefkat ve merhamette şikâyete ve dertlenmeye yer yoktur; çünkü şikâyet; acz ve enâniyet ürünüdür. Her şeyin kader planında cereyan ettiğini bilen insan kimi kime şikâyet edebilir? Şefkatte hüzün vardır, gözyaşı vardır ama asla şikâyet ve dertlenme yoktur. Kendini eksik ve kusurlu görmesini bilen başkasına kusur izâfe etmekte acele etmez. Lütfa açık, ıstırap ve çileye kapalı bir gönül hüznün erdirici hazzını asla tadamaz. Hüzündeki hazzı tadamayınca da mahzun gönüllerle bir şey paylaşamaz.
Beşerî ilişkilerde empatinin en önemli vasfı yumuşaklıktır. Peygamberimiz de bu özelliği sebebiyle insanların kabûlüne mazhar olmuş, insanların gönlünde taht kurmuştur. Zaten beşerî münâsebetlerde insanları etkileyen dehâ ve zeka değil, karakter ve tutarlı şahsiyettir.
Asr-ı saadette insanlar Peygamber Efendimiz’in karakter ve şahsiyetine hayranlık duyarak sıcak bir duygu, yanık bir gönülle kendilerini onun etrafında pervane etmişlerdir. Onun, bulunduğu konumu şahsî çıkarları için kullanmayan, külfette en önde, nîmet paylaşımında ise en sonda bulunması insanların gözünden kaçmamıştır. Medîne’de sebebi bilinmeyen bir gürültü koptuğunda herkes adeta: “Ne oldu, bu ses neyin nesi?” dercesine birbirinden medet umduğu sırada Ebû Talha’nın mendub isimli atına binip sesin geldiği yere giderek durumu teftiş eden ve ashâbına: “Korkulacak bir şey yok” diye sükûnet telkîn eden o olurdu.
Diğer yandan Hendek savaşında hendek kazımı sırasında Câbir b. Abdullah’ın sofrasına davet ettiği yüzlerce sahâbîsini bizzat elleriyle servis yapıp doyurmadan sofraya oturmayan yine oydu.  Ondaki bu fedâkar, gözü tok ve riskten kaçınmayan tavır ashâbının hayranlığını celbetmişti.

MERHAMET DERD İLİŞKİSİ
Merhamet öyle bir derddir ki, bütün derdlerin devasıdır. Merhamet insanın yüreğine bütün canlı cansız varlıkların acılarına merhem olacak bir derd ekmektedir. İnsan bu derd sayesinde yaratıkların hizmetine koşarken manevi bir lezzet yaşamakta ve mutluluğu soluklamaktadır. Merhamet aslında kasvetten uzak bir kalbin vasfıdır. Kasvete bürünmüş, katılaşmış ve taşlaşmış kalbler, taştan daha beter kabul edilmiştir. Çünkü kayalardan öyleleri vardır ki onlardan su fışkırır, yine öyle taşlar vardır ki dağlardan yuvarlanır. Ama taşlaşmış kalblerden hiçbir merhamet eseri zuhura gelmez. O yüzden haşyet ve merhamet “et-ta’zim emrillah veş-şefakati halkillah” duygularının en yüksek seviyede yaşandığı zeminlerdir. Şâir de merhamet derdine ne güzel vurgu yapmaktadır:
Gündüz bir derd gece bir derd
Bilemedim nice bir derd
Sol böğrümde ince bir derd
Batar Yunus Yunus diye.

MERHAMETİ NASIL GELİŞTİREBİLİRİZ?
Dinleyerek
Harekete geçmeden önce, karşındakini varlığının tümüyle dinlemek, ona odaklanmak, onu anlamaya çalışmak gereklidir. İnsanlarla iletişimin ilk adımı dinlemekten geçer. İnsanları dinlemek için zaman ayırmak göz ile iletişim kurarak “ben seni anlıyorum, ben seni yaşıyorum” duygusu vermek, karşımızdakine güven telkin ettiği gibi bizim içimizde de bu duygunun derinleşmesini sağlar. İyi ve güzel davranışlar tekrarlanarak gelişir. Taptuk’un kapısına kırk yıl doğru odun taşıyan Yûnus’un doğruluk adına verdiği mesaj bu anlamı ifade etmektedir.
Bir başkası tarafından dinlenmek, anlaşılmaya çalışılmak derdli insanların derdinin en büyük ilacıdır. İnsanların ıstırabları bu sayede küçülür. Dinleyen de merhametle kuşanarak şefkat ve rikkatle hareket etmeyi öğrenir.

Küçük hedefler belirleyerek
İlla ki maddi yardımlarla sorunu çözmeyi hedeflemek doğru değildir. Merhamet, kendini sadece bir şekilde değil, bin bir şekilde dışarı vurabilir. Mesela bir çocuğun başını okşayabilir, dertli olanın ellerini tutabilir, sırtını sıvazlayabilirsiniz. Kavga ettiği, çekiştiği insanın elini tutup boynuna sarılarak, özür dileyebilir, özür dilenen de affederek merhamet ızhar edebilir. Çünkü affedebilmek de bir merhamettir.
Belki şehirler dolusu insana yardımcı olamaz kimse, ancak o şehirde yaşayan bir dertli insana yardımcı olabilir. Bir yaşlının elinden tutup karşıdan karşıya geçmesine, otobüse binmesine yardımcı olabilir. Toplu taşıma aracında gözlerini yumup uyku taklidi yaparak yaşlıyı görmezden gelmek yerine şefkat ve merhametle ayağa kalkıp onu yerine oturtarak merhamet duygusunu geliştirebilir.

Olduğumuz yerden başlayarak
Sadece insanlar değil, hayvanlar ve bitkiler dahi bizlerden merhamet bekliyor.  Onlara verebileceğimiz bir tas su, bir parça yemek bile çok değerli. Onların acısını, açlığını ve üşüyüşünü görmezden gelmek, varoluşun sebebini arayan kalpler için mümkün olamaz.
Merhametli insan üşüyen varsa ısınamaz, ac varsa tok yatamaz, ayağına diken batan varsa onu kurtarmadan rahat edemez.
Farkındalık ve sorumluluk şuuruyla bulunduğu her yerdeki merhamet ortamlarını değerlendirir.
Yere, göğe, suya, çevreye, bitkiye ve insana iyi davranır.

Gözlerimizi ıstırab ve acıdan kaçırmayarak
Acıyı görmemek için gözlerinizi acı çeken insandan kaçırmayın. Bugün insanların en çok sığındığı sahte mazeretlerden birisi budur. Benim yüreğim kaldırmıyor diyerek acılı ortamlardan uzak kalmayı tercih ediyorlar. Oysaki acı çeken ve merhamet bekleyen insanlara gözümü ve gönlümüzü açıp derman olmaya çalışmak vücudumuzda mutluluk hormonları salgılamasına vesile olur. Hatta belki de merhamet eğitimi seferberliği için acı çekenlerle acı çektirenleri bir araya getirip buluşturacağımız merhamet odaları tesis etmeliyiz. Bu merhamet odalarında acı çektiren; babasını ya da evladını terk ederek acı çektirenlerle terk edilmiş baba ya da evladı bir araya getirerek katille maktulun yakınlarını bir araya getirerek bir merhamet seferberliği başlatabiliriz. Mevlana’nın katil bir gencin affedilmesi için devrin vezirine şefaatçi olması düşündürücüdür.
Duymamaya, görmemeye, hissetmemeye çalışmak sadece korkaklık olur. Merhameti yüreğinde taşıyan insan başını öte yana çeviremez. Aksine ıstıraba daha da sokulur, daha da yaklaşır. Onu içinde ateş ve kor gibi aktive enerjisi olarak görür.

Kendimizi ve yapabileceklerimiz küçümsemeden
Bir tek ben ne yapabilirim? Benim gücüm neye yeter? şeklindeki bir algı sorumluluktan bir kaçıştır. Nasıl yanan bir mum yüzlerce, binlerce mum yakmakla enerjisinden bir şey kaybetmezse bizler de ıstırab çeken insanların acılarına merhem olma üzere duyduğumuz aşk ve heyecanı başkalarıyla paylaşarak büyütebiliriz. Ulaştığımız her bir, bir değil bin olur. Nitekim Mevlanâ’nın “bir birle olunca on bir olur” sözü bu manayadır. Çünkü sadece kendi gücümüzü ve yapabileceklerimizi değil, eşimiz, dostumuz, ailemiz, akrabalarımız ve topyekün toplumumuzla birlikte neler yapabileceğimizi düşünmemiz icap eder. Tek başımıza olmaktan ziyade, bir bütün olarak neler yapabileceğimizi düşünmeliyiz.

“Ben”e çarpı atarak ve enâniyeti aşarak
Merhamet, ancak kişinin kendi çıkarlarını düşünmediği bir durumda var olabilir.
Kendi çıkarımıza en ufak bir getirisi olan herhangi bir yaklaşım ve müdahalenin kesinlikle merhametle alakası yoktur. Yardım etmek isteyen, karşısındakinin acısını hafifletmek isteyen, kendi benliğini bir müddet bu birlikteliğin dışında tutmalıdır. Ancak o zaman yaptığı ıvazsız, garazsız merhamet ürünüdür.

MERHAMET İÇİN HEMEN YAPILABİLECEK OLANLAR
1- Evde merhamet: Günümüzde anne babalar çocuklarını atlas ipekler içinde hiç sorumluluk yüklemeden, hiç sıkıntı ve çile göstermeden yetiştirmeyi meziyet sanıyorlar. Oysa çocukların da sabrı, hayatı ve hayatın zorluklarını tanımak için yerine göre birtakım acıları ve zorlukları soluklaması son derece anlamlı ve önemlidir. Bu yüzden ebeveynler çocuklarını ellerinden tutup hayatın kırılganlığının yaşandığı yerlere; darülacezelere, hastanelere, özellikle hastanelerin ontoloji servislerine, mezarlıklara götürsünler. Onlarla hayatın zorluklarını konuşsunlar. Yoksul faaliyetlerine ebeveynleriyle iştirak etsinler. Akıl hastanelerini görsünler. Camilere gitsinler. Bu onların hem aidiyet duygusun geliştirir, hem de paylaşım özelliklerini yükseltir. Aileler zekat, sadaka ve fitrelerini zaman zaman çocukları aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine ulaştırsınlar.
2- Okulda merhamet: Okullarda merhamet odaları kurulabilir. Bu odalarda acı veren ve acı çeken buluşturulabilir. Özellikle kavga eden, birbirlerinin canını inciten çocuklar burada rehber öğretmenleri aracılığıyla bir araya getirilerek acı çektirenin acı çekenin halini görmesi ile merhamet ortamı sağlanır.
3- Camide merhamet: İmamlar, kanaat önderi ve merhamet eylemcisidirler. Bu özellikleriyle cemaatin atıl enerjisini seferber edebilirler. Varlıkların insanlarla ihtiyaç sahiplerini buluşturabilir, alan el ile veren arasında köprü olabilirler. Kapısı çalınmayan yaşlı ve kimsesiz insanların ziyaretine vesile olurlar. Okuyamayan fakir çocuklarını ve ekonomik açıdan evlenemeyen gençleri evlendirme hususunda yardımcı ve aracı olurlar. Mahallenin imamı en azından mahallesinin derdlisidir ve mahallesindeki her türlü derd onun yüreğine ulaşır. O da bu derdleri cemaatiyle paylaşır ve onların önüne hayır imkanı sunar.
4- Toplumda merhamet: Günümüzde başarıya endeksli ve rekabet odaklı bir toplum anlayışı içinde yaşıyoruz. Başarı genellikle paraya ve güce tahvil edilebileceği kadar başarı sayılıyor ve insanlara illa başarmak ve kendini gerçekleştirmek telkin ediliyor. Bunun sonucunda insanlar başardığında egosu ve enesi şişmiş, azmanlaşmış bir konuma geliyor. Başaramadığında isa yıkılıp perişan oluyor, yalnızlaşıyor. Bunun için insanlara başarmanın sadece güce ve paraya tahvil edilebilen şeylere ulaşmaktan ibaret olmadığını öğretmek gerekir. Başarının bir ölçüsü de merhameti öne çıkarmak olmalıdır. “Ben hayatımı yaşarım, beni benden başkası ilgilendirmez, altta kalanın canı çıksın” anlayışı merhametsizliğin zirve noktasıdır. Kendini gerçekleştirenin vardığı nokta burasıdır. Bu noktadan sonra lazım olan kendini aşmak, Müteal olana ulaşmak, aşkın kudretle buluşmaktır. Başarısının kaynağının rahman olan Allah’ın rahmeti ve tevfiki olduğunu, başarısızlığının ise nefsinin kusuru bulunduğunu idrak etmektir.
Bu duyguların egemen olduğu toplumlarda ezen ve ezilen olmaz, vahşet olmaz, şiddet olmaz, zulüm olmaz. Toplumsal bir proje olarak merhamet odaları, toplum içinde ezen-ezilen ilişkisi kurmuş kesimleri bir araya getirerek bir buluşma zemini yaratabilir.
5- Siyasette merhamet: Siyasetin,  merhamet eylemlerinin olmazsa olmaz bir amacı kılınması gerekmektedir. Ötekini kendi farklılığı içinde kabullenmek, onu kendimize benzetmeye çalışmamak, merhametli siyasetin en önemli unsurlarından birisidir. Her alanda olduğu gibi siyasette de rekabet duygusunu ötekini yok etme noktasına taşımamak sadece tatlı bir yarış içerisinde hizmet yolunca koşmak rakibinin başarısızlığını onu ezmeye vesile gibi görmemek, bir gün kendisinin de aynı durama düşeceğini unutmamak siyasetin de merhamet zeminine oturması gerektiğinin resmidir.