Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Modernizm mi, Tecdid mi?

Altınoluk Dergisi, 1998 – Mart, Sayı: 145, Sayfa: 032

Modernizm, modern düşünce ve çağdaşlık, son yüzyılda müslümanların gündemine giren bir kavram… Modernizm, Batı’da Hristiyanlığa yapılan sorgulamanın, İslâm ve Şark ilimlerini inceleyen müsteşriklerin çalışmalarının da etkisiyle İslâm dünyasında İslâm’a karşı uygulanmasıdır. İslâm’ı modern çağın şartlarına uydurma gayretiyle değişmezler ve değişebilenler tartışmasını başlatan ve her türlü değeri sorgulayıp yargılayan bir yaklaşımdır.

İslâm’ın en önemli özelliği hiç şüphesiz, en son ilâhî din olması hasebiyle, bütün çağları kuşatan tavrıdır. İslâm’ın kıyâmete kadar gelecek insanlığın problemlerine çözüm üretebilecek özelliği, onun değişime açık vasfındadır. İşte kıyâmet de asıl bu değişime açık konuların sınırlarını belirlemede kopmaktadır.

İslâm’ın iki temel kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Kur’ân ve sünnet hükümleri içinde yer almayan konular, İslâm âlimlerinin ictihad ve kıyâs alanlarıdır. Mecelle’de yer alan “Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yoktur.” kâidesi bunu ifâde etmektedir. Hakkında Kur’ân âyeti veya nebevî bir sünnet bulunan konular, ancak anlama ve yorumlama açısından ictihad konusu olabilir. Allâh Rasûlü’nün, Yemen’e vâli olarak gönderdiği Muâz’ın vâkî olacak meseleleri “Önce Kur’ân’a, ardından Sünnet’e başvurarak çözeceğini, bunlarda bulamadığı konularda kendi re’yiyle ictihad edeceğini belirtmesi” bu konunun temel esprisini oluşturmaktadır.

İslâm ulemâsı, bu temel anlayışla tarih boyunca meselelerini çözmeye çalışmış ve bu tür ihtiyaçlara cevap verecek eserler kaleme almıştır.

Mezheplerin oluşup, fıkhî eserlerin belli bir sayıya ulaşması, ictihad kapısının kapanıp kapanmadığı tartışmalarını gündeme getirmiştir. “Gerçekten ictihâd kapısı kapanmış mıdır?” Böyle bir düşünce, İslâm’ın temel yaklaşımına terstir. Elbette ictihad kapısı kapanmamıştır. Ancak geçen yüzyıllarda müslümanlar, ictihad kapısını açık tutacak seviyeli âlimler yetiştirememişler ve bu yüzden gelenekçi bir yaklaşımla böyle bir düşünce müslümanların gündemine girmiş ve bir kısım insanlar, ictihad kapısının kapandığına kâil olmuşlardır.

Aslında bu konuda ifrât-tefrît çizgisinde iki düşünce var: Birincisi, “geçmiş âlimlerimiz her problemi çözmüşler, bize hiçbir şey bırakmamışlar, dolayısıyla biz her meseleyi eski ulemânın kitaplarında bulabiliriz” düşüncesiyle, ortaya çıkacak her türlü problemin çözümünü eskilerin eserlerinde aramayı savunan ve ictihadın câiz olmadığına kâil olanlar; diğeri ise çağdaş gelişmeler ve problemler karşısında İslâmî konuları yeni bir değerlendirmeyle ele alıp modern bir yaklaşımla herşeyi sadece Kur’ân merkezli olarak yeniden yorumlamayı savunan ve ondört asırlık bir birikimi küçümseyip reddeden modernist düşünce.

Bu iki düşüncenin kendi içindeki aşırılıkları ortadadır. Herşeyi eski âlimlerin düşündüğünü ve bugüne problem bırakmadığını söylemek, çoğu kez teknolojik gelişmenin ve sosyal değişimin farkında olunmadığının göstergesidir. Geçmiş dönemin insanlarının görüp karşılaşmadığı, bugün ortaya çıkmış Kur’ân ve Sünnet açısından yorum bekleyen binlerce mesele var. Organ nakli, sigorta, iletişim araçlarıyla yapılacak hukûkî muameleler vs… Bunların hepsinin herhalde halledilmiş meseleler olduğunu söylemek mümkün müdür?

Diğer taraftan ondört asır boyunca İslâm âlimlerinin yaptığı çalışmaların tamamını çöpe atılması gereken, boş ve anlamsız şeyler olarak görüp, onun yerine kendi akıl ve yorumlarıyla Kur’ân’dan çözümler üretmek ve bunları yaparken de çağdaş hayatın dayattığı birtakım hususları Kur’ân ve sünnetin önüne geçirmek; Kur’an’ın tarihselliğinden bahsetmek herhalde İslâm’ın rûhuyla bağdaşan bir şey olmasa gerektir.

Aslında bu iki görüşün de aşırılıkları meydandadır. Aslolan bu iki görüşün orta çizgisidir. İslâm’ın “usûl” adı verilen Kur’ân ve sünnetin belirlediği değişmeyen temel inanç ve ibâdet esasları vardır. Bir de İslâm’ın çağdaş yorumlara bıraktığı, hakkında nass bulunmayan “furuât” denilen mes’eleler vardır. İşte bu ikinciler daima yeni ortaya çıkan durum ve şartlara göre farklılıklar arz edebilmektedir.

“Ezmânın teğayyürü, ahkâmın teğayyürünü gerektirir” şeklinde ifadesini bulan bu değişme konusu, İslâm’ın ictihâdlarla belirlenen yanıdır. Ortaya çıkan her türlü sosyal durum ve teknolojik gelişmeye cevap arayan bu telakkî, aslında İslâmî ilimlerde tekâmülü sağlayan bir boyuttur. Ancak bu konu çıplak akıl ve sığ bilgi ile değil, “rüsûh” adı verilen, derin bir bilgi, ince bir kavrayış, yüksek bir ahlâk, fazîlet ve takvâ sahibi kimselerin yapabileceği bir iştir. Bunlardan birinin eksik olması takdirinde ortaya çıkabilecek durum birtakım maddî, mânevî ve içtimâî yanlışlıklara sebebiyet verebilir. İslâmî ilimlerin, gündelik hayattan koptukça belli bir gerileme ile karşı karşıya kaldığı bilinen bir husustur.

Halk arasındaki “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” anlayışı, son bir asırda aslında modernlik ve çağdaşlık fırtınalarının toplumumuza taşıdığı tortulardır. Halk ve toplumu zamanın ve çağın dayatmalarına boyun eğmeye zorlayan ve her türlü çağdaş deformasyonu kolayca kabûle hazırlamaya yönelik bir propagandadır bu.

Yaşadığımız çağda “Globalleşme ve Küreselleşme” adıyla gündeme gelen tek dünya düzeni anlayışı, teknoloji ve medyanın da desteğiyle yeni ve çağdaş birtakım dayatmalarla insanlığı etkisine almaya çalışmaktadır. Hristiyanlığın, sadece ahlâkî öğütlerden ibâret olan dînî anlayışı, elbette böyle bir küresel dünya düzeni kurmaya engel olabilecek güçte değildir. Ama İslâm’ın fıtratı korumayı esas alan, insanları kendi irâdeleriyle dînî hayatlarını diri bir biçimde yaşamaya çağıran ümmet anlayışı, küresel ve global düşünce önünde en ciddî engel olarak görünmektedir.

Bu yüzden birtakım güçler İslâm dünyasında estirdikleri “Modern ve Çağdaş İslâm” rüzgarlarıyla Kur’ân kavramlarını savurarak ve gûyâ yeniden Kur’ân’a dönmeyi gündeme getirerek bütün kutsalları tartışmaya açmakta ve bu sûretle İslâm dünyasındaki fikrî ve dînî altyapıyı dejenere ederek etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadırlar. Bu düşünce sahiplerinin Kur’ân’a dönmek şeklinde tezâhür eden, sünneti ve onunla birlikte ondört asırlık birikimi devre dışı bırakan yaklaşımları, toplum katmanları arasında kabul gördükçe ardından Kur’ân’ın tarihselliği gündeme gelmekte ve Kur’ân’daki bazı hükümlerin de bağlayıcı olmadığı, çünkü onların sadece kendi devrine âit esaslar olduğu, bunların bugün değişen şartlara göre yeniden düzenlenmesi gerektiği ifâde edilmektedir. Tabiî, iş bu noktaya gelince onların maksadları hâsıl olacak. Çünkü müslümanların Kur’ân’la ve dinle irtibatları koparılmış ve yeni dünya düzeni ile entegrasyonu sağlanmış olacak.

Peki… “İslâmî ilimlerde ve İslâm toplumlarında düzeltilip ıslâhı gereken bozulmalara, bid’atlara seyirci mi kalacağız? Bunlar, İslâm toplumunu kemirmeye devâm mı etsinler?” tarzında vârid olabilecek bir suâle ne cevap verilebilir?

Efendim, İslâm’ın yüce peygamberi bunun kuralını koymuş ve buyurmuştur ki: “Her yüz senede bir, dini yenileyecek bir müceddid gelecektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1) Demek ki bu hadîs-i şerîfe göre dîne bid’at ve hurâfe karıştığı, aslî hüviyetinin zarar gördüğü zamanlarda ıslahatçı müceddid müctehid gelecektir.

Bugün genellikle tecdîd ile teceddüt kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Teceddüd yenilikçilik ve modernizm demektir. Modernistlerin dâvâsı, dîni yeniliklere uydurmaktır. Bugün milleti maddî bakımdan geri kalmış gören ve bu durumu ıslâh için İslâm ile mevcut sistemden yeni bir karışım ortaya çıkaran, ümmeti, adından başka İslâmî bir rengi kalmayacak şekilde sistem boyasına boyayan kişilerin yaptığı iş teceddüd, modernizmdir. Bunlara müceddid değil, müteceddid denilir.

Tecdîd ise, ne mevcut sistemle anlaşmak için yol ve çare aramak, ne de İslâm ile sistemden meydana gelecek karışımdır. Gerçek tecdîd, İslâm’ı, ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu kadar saf ve berrak hâliyle hayâta geçirmektir.

Yukarıdaki hadiste Efendimiz bu mânâda her yüzyılda bir müceddidin geleceğini haber vermektedir. Müceddid, ulemâdan olabileceği gibi meşâyıh ve devlet ricâlinden de olabilir. Nitekim ilk hicrî asırda Ömer bin Abdülazîz gibi bir devlet adamı müceddid kabul edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hâsıl olmamakla birlikte mezhep imamları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmıştır. Müceddidin aynı asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdîdin boyutudur.

Müceddid, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mîzâcı bakımdan peygambere en yakın olan insandır. Müceddid, çoğu zaman kendisinin müceddid olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun müceddidliğine hükmederler.

Sûfîler arasında müceddidliği konusunda tevâtür derecesinde ittifak hâsıl olanların başında İmâm-ı Rabbânî gelir. Kendisi ikinci bin yılın müceddidi sayılmıştır. Çünkü o dönemde Hindistan’da yeni bir din kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekber Şâh’a karşı İslâm’ın sâfiyetini savunmuş ve bunda muvaffak olmuştur. Her devirde sûfîlerden böyleleri çıkabileceği gibi, böyle iddialarla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına bakmak gerekir. Çünkü: “Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde.” Yaptıklarıyla kafaları mı karıştırıyorlar, yoksa fitneleri mi yatıştırıyorlar? Hakk’ın rızâsı peşinde bir gayret mi gösteriyorlar, yoksa halkın hoşuna gidip takdîrini toplayıp dünyâlık devşirecek bir iş peşinde mi koşuyorlar? Değerlendirmeyi bu ölçülere göre yapmak gerekir.