Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

MEVLÂNÂDA ANLAŞILMA KAYGISI

“Anlaşılmamak ya da yanlış anlaşılmak” târih boyunca büyük fikir ve dâvâ adamlarının kaygısı olmuştur. Peygamberler, filozoflar ve mütefekkirler hep bu kaygıyı bir şekilde yaşamışlardır. Hz. Mûsâ’nın: “Yüreğime genişlik ver, işimi kolaylaştır. Dilimdeki bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana âilemden kardeşim Harun’u yardımcı ver, Onunla arkamı kuvvetlendir!”[1] şeklindeki duâsı, anlaşılma ve mesajı anlatabilme kaygısı taşımaktadır.

Merâmını anlatabilmek, ya da insanlar tarafından doğru anlaşılmak iki boyutlu bir iş. Bu işin bir tarafı konuşan ve anlatanın kudret ve kabiliyetiyle, diğer yanı ise dinleyenin idrâk ve fehm kapasitesiyle yakından alâkalı.

Peygamberlerin ve velilerin problemi Allah’ın kelâmlarına verdiği kudret sâyesinde anlatmada değil; duyan, dinleyen ve okuyanların onu anlamasındadır. Aynı kaygı pek çok sûfî ve velîde olduğu gibi Hz. Mevlânâ’da da vardır. Nitekim onun Mesnevî’sinin on sekiz beyitlik girizgâh kısmından itibâren yer yer bu kaygıya rastlanmaktadır.

Mesnevî’nin ilk bölümünde kamışlıktan koparılıp dalları budakları kesilerek vatan-cüdâ edilen ve vücûdu ateşle dağlanıp delik açıldığından hasret ve acıyla yanık yanık inleyen ney konuşturulmaktadır. Yanık iniltisiyle hasreti terennüm eden bu âlet aynı zamanda insân-ı kâmili temsil etmekte ve onun çilesini dile getirmektedir. Herkes yürek dağlayan yanık sesini sevdiği bu neye, ya da içli terennümlerini haşyetle dinlediği bu insân-ı kâmile kendi fehm ve idrak kabiliyetine göre kulak vermekte; asıl onun söylemek istediği sırrı idrâke pek kafa yormamaktadır. Nitekim Hz. Mevlânâ daha altıncı beyitte bu kaygıyı şöyle dile getirmektedir:

Herkes kendi anlayışına göre oldu bana yâr;

Ama gizli kaldı benim içimdeki bütün esrâr.

Bir şeye dışardan bakanla, onu özden tanıyan, inceliklerine vâkıf olan arasında fark vardır. Bir san’ata bakan herkes hayran kalır; ama san’atkâr o san’at eserindeki mahâret, incelik ve ayrıntıları daha bir derinlemesine kavrar. San’at ayrıntılardadır. O ayrıntıyı kavrayan san’atın değerini ve san’atkârın kadrini anlar. Sıradan insanın bakışı temâşâdan ibârettir. San’atkâr ve mütehassısın bakışı ise tetebbu ve ibret-âmiz bir müşâhede, hâzik bir tetkiktir. Elbette ulaştıkları sonuçlar da faklıdır. Bülbülün sesini herkes zevkle dinler ve hoşlanır; ama ârif ve erbâb-ı dil olanlar o sesteki mânâya nüfûz eder.

Mevlânâ içinde gizli kalan sırrın feryâdında saklı olduğunu; ama herkesin gönlünde onu algılamaya hazır bir istidâd bulunmadığından mesajının tam olarak anlaşılmadığını söyler ve der ki:

Benim sırrım değildir feryâdımdan uzak,

Herkeste yoktur onu anlayacak göz ve kulak.

Mevlânâ gönül feryâdıyla mesajını ulaştırma, derdini anlatabilme çabası içindedir. Ama dinleyen ve okuyanda kabiliyet yoksa kabahat kimde? Mevlânâ her ne kadar anlaşılmak kaygısı taşısa da, gönülden çıkan sözler her devirde nüfuz edecek gönüller bulmuştur. Çünkü gönül ve dil, ağız gibi topraktan olma et ve kemikten ibâret fânî bir şey değil, ilâhî menşeli olduğundan toprak altında çürümez; zaman geçse de eskimez ve pörsümez. 14. Beyitte Mevlânâ der ki:

Dilin müşterisi olur sadece kulak;

İrfana sırdaş olur,  aklı aşabilen ancak.

Dilin söylediği sözleri kulak anlar, ama gönülden çıkan mârifet sözlerini ise ancak aklı aşmış; gönül sermestliğine ulaşmış aşk ve coşkusu yüksek olan ehl-i irfan anlar. Çünkü dünyalık akıl, ukbâya sa’yeden âriflerin söylediğini nereden bilecek. Ham olanlar, kemal ehlini nereden tanıyacak. 18. Beyitte der ki Mevlânâ:

Ham-ervâh anlamaz pişkin sözünden

Kısa kes sözü, sürçmesin senin yüzünden

Mevlânâ gibi âriflerin mânâsı pek derin sözlerini idrak edebilmek için o mesleğe kemâl ehli biri vâsıtasıyla sülûk etmek ve rûhî tecrübeleri yaşamak gerekir. Çünkü tasavvuf bir hal ilmidir. Hâli her zaman kâl ile anlatmak kabil değildir.

Mevlânâ girizgâhta bu ifadelerle derdini anlatma zorluğunu ortaya koyduktan sonra ilerleyen beyitlerde de dilini konuşan ve kendisini anlayabilecek insanlardan mahrûmiyetten bahseder. 27-30. Beyitlerde der ki:

Sırdaşım olan dostumla olsaydım eğer,

Ney gibi neler söylerdim ben de neler.

Konuştuğu dili anlayandan uzak insan

Yüzlerce lisan bilse de olmuştur susan.

Geçti mevsimi, açmaz artık gül

Şimdi kime anlatsın aşkını bülbül

Güller bitip gül bahçesi olunca harâb

Gül suyundan başka gül kokusunu kim eder istîâb.

Bilindiği gibi Mevlânânın gönül volkanını ateşleyen Şems-i Tebrîzî’dir. Bu yüzden onu en iyi anlayan ve konuşturan da oydu. Ancak Mevlânâ, Mesnevî’yi yazmaya başladığında Şems ölmüştü. Mevlânâ eserini Hüsâmeddin Çelebi’ye ithâfen yazmıştı. Burada Mevlânâ âdetâ Şems-i Tebrîzî ile Hüsâmeddin Çelebi arasındaki farka işâret ediyor. Buradaki gül Şems, gül kokusu da Hüsâmeddin’dir. Mevlânâ, sırdaşı ve can yoldaşı Şems’i kaybettiği için içindeki sırları ney gibi söyleyebilme iktidârına sâhip değildir. Karşısında gönül sözünü ve işâreti kavrayacak Şems yok, Hüsâmeddin Çelebi var, sözü onun idrâkine göre söylemek gerekir. Şems olsaydı iş başka türlü olacaktı şüphesiz.

Burada şöyle bir suâl hatıra getirebilir. Mevlânâ’nın eserinin dibâcesinde Hüsâmeddin Çelebi kutup olduğundan bahsedildiği halde ondan daha anlayışlı bir muhâtap araması çelişki değil mi?

Bu ifadelerde bir çelişki söz konusu değildir. Hüsâmeddin Çelebi, hem asrınım hem kutbu olabilir, hem de Şems-i Tebrîzî’nin irfan, zevk ve idrâkine erişmemiş olabilir. Bu onun için bir nakîsa değildir. Nitekim vedâ haccı sırasında şu âyet inmişti:

“Bugün sizin dininizi ikmâl ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim.”[2] bu âyet nâzil olunca bütün sahâbiler pek sevindiler. Cûşu hurûşa geldiler. Allah’ın nimetlerine hamdettiler, Hz. Ebû Bekir (r.a) ise hem sevindi, hem de çok üzüldü, hatta üzüntüsünden ağladı. Çünkü O bu âyetle kemâle eren dînin peygemberinin görevinin tamamlandığı ve dolayısıyla ömrünün sona erdiği imâsını anlamıştı. 125.000 kişilik ashâb içinde bu inceliği farkeden sadece Hz. Ebû Bekir (r.a) idi. Hepsi sahâbî olma şerefi bakımından eşit olmakla birlikte idrâk açısından kimse ona erişememişti. Nitekim Hz. Ömer’in Hz. Peygamber’le mârifet konuşan Hz. Ebû Bekir’in yanlarına geldiğinde hiçbir şey anlamadığını söylemesi de bu anlayış farklılığına işarettir. Mevlânâ için Şems sözünü eksiksiz anlayacak biriydi. Hüsâmeddin ise o seviyede değildi. Nitekim Mesnevî, III, 2098. Beyitte Hüsâmeddin’e der ki:

Ben sözlerimi senin fehmine göre söylerim,

Doğru anlayışlı bir muhâtap hasretiyle giderim.

Mevlânâ’nın bu hasret ve kaygı ifâdelerini Mesnevî’sinin her yerinde bulmak mümkündür. O hep anlaşılmama ve yanlış anlaşılma kaygısıyla ayrıntıya girmekten; lâfı uzatmaktan kaçınmıştır. Nitekim Mesnevî I.cilt 2377-2380 beyitlerde söyledikleri bunun en somut ifâdesidir.

Ah yazık,  sende olsaydı  anlayacak kabîliyet

Dökülseydi cânımdan; gönül sırlarımdan basîret

Bu söylediklerin can memesindeki süt

Emen olmadıkça akmıyor, boşa ümit

Dinleyen olursa arayıcı ve susuz,

Söyler öğüt veren, olsa ölü ya da uykusuz

Dinleyen olursa iştiyakli ve canlı

Bülbül kesilir, dilsiz bile olur heyecanlı.

Sözün muhâtabına göre söylenmesi gerektiğine inanırdı Hz. Mevlânâ. Tasavvuf ricâlinin genel kanâati budur. Tasavvuf bir rûhî tecrübe işidir. O tecrübeyi yaşamayanların, sûfilerin her sözünü anlaması zordur. Ama sûfilerin söyledikleri yürek sözü olduğu için hep tarâvetini korumuştur.

Tasavvuf ricâlinin büyüklerinden Niyâzî Mısrî de Mevlânâ ile kaygıları paylaşanlardandır. Onun bu konuda söyledikleri Mevlânâ’nın söylediklerini destekler mahiyettedir:

Hakk’ın zâtında irfâna sırdaş olan anlar bizi, Sır ilminde uçsuz bucaksız deryâ olan anlar bizi.

Zât-ı Hak’da mahrem-i irfân olan anlar bizi

İlm-i sırda bahr-i bî  pâyân olan anlar bizi

Bu dünyanın gül bahçesinde bülbül olanlar anlamaz. Bâkî olan cemâline hayran olan anlar bizi.

Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz

Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi

Dünyayı ve âhireti tâmir  sevdasından geçmişiz, tâmir dâvâsında olan değil, viran olan anlar bizi.

Dünye vü ukbâyı ta’mîr eylemekden geçmişiz

Her taraftan yıkılup vîrân olan anlar bizi

Biz öyle abdalız ki boynumuzdan şalı bıraktık. Maddi varlığından soyunup üryân olan anlar bizi.

Biz şol abdâlız bırakdık eğnimizden şalımız

Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi

Lütuf ve kahrı bir bilmeyen çekti azâb. O azabtan kurtulup sultan olan anlar bizi.

Kahrı lütfu şey’-i vâhid bilmeyen çekti azâb

Ol azâbdan kurtulup sultân olan anlar bizi

Ey zâhid ayık dururken anlamazsın bizi; Vahdetin tertemiz yudumundan içip sarhoş anlar bizi.

Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi

Cür’â-i sâfî içüp mestân olan anlar bizi

Ârifin her sözünü duymaya insan olmak gerekir, bu âlemde sanmayın ki hayvan olan anlar bizi

Ârifin her bir sözünü duymağa insân gerek

Bu cihânda sanmanız hayvan olan anlar bizi

Ey Niyâzi damlayı deryâya bıraktık biz bugün. Damla nasıl anlasın ummân olan anlar bizi.

Ey Niyâzi katremiz deryâya saldık biz bugün

Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi

Yaratıkları bırakıp mekânsız olan Allah’ın cihetinde menzil tutalı ey Mısrî, şu canlara sevgili olan Allah anlar bizi.

Halkı koyup lâ mekân ilinde menzil tutalı

Mısriyâ şol canlara canân olan anlara bizi.[3]


[1] Tâhâ, 20/25-31.

[2] el-Mâide, 5/3.

[3] Niyâzî-i Mısrî, Dîvân-ı Niyâzî, İstanbul ts. (Osmanlı harfleriyle), s. 74