Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

MEVLÂNÂ VE MESAJI

I. YAŞADIĞI DÖNEM
Mevlânâ’nın yaşadığı dönem tasavvufî ifâdesiyle celâl ve cemâl tecellîlerinin birbirini kovaladığı bir dönemdir. Bu dönemdeki;

A. CELÂL TECELLÎLERİ:
1. Batı’dan Gelen Haçlı Seferleri,
2. Doğu’dan Gelen Moğol İstilâsı,
3. Anadolu Selçukluları’nın Taht Kavgaları,
4. Amasya ve Civârında Bâbâyi İsyanları,
B. CEMÂL TECELLÎLERİ:
1. Batı’dan/Endülüsten Gelen İbn Arabî,
2. Doğu’dan/Belh’ten gelen Mevlânâ,
3. Horasan Erenleri,
4. Yerli Ârifler, Konevî, Yûnus Emre vd.
Mevlânâ’nın yaşadığı yüzyıl Anadolu’nun medeniyetler savaşı ile savrulduğu, fitne ve sıkıntılarla kavrulduğu bir yüzyıldır. Yüzyıllara uzanan haçlı istilâları ile Moğol işgallerinin târumâr ettiği ülkede insanlar büyük bir ümitsizlik ve gönül yorgunluğuna düşmüşlerdi. Anadolu Selçukluları’nın taht kavgaları, bâbâyi isyanı (1240) ülkedeki dâhili kargaşayı iyice tırmandırmıştı. Gönüller aydınlanacak birini arıyor, Rabbânî bir sese ve sıcak bir nefese hasret çekiyordu. Mevlânâ böyle bir ortamda yaşadı. İnsanların çilesini, yorgun yüzünü ve ümitsiz duygularını gördü. Eserlerini ve Mesnevî’yi böyle bir zamanda yazdı. Onun böyle bir zamanda yorgun gönülleri ihyâ ve ümitsiz zihinleri harekete geçirmesi Osmanlı’nın kuruluşuna takaddüm eden en önemli hazırlık safhasıdır.

II. KRONOLOJİK MEVLÂNÂ BİYOGRAFİSİ (30 Eylül 1207 -17 Aralık 1273)
Adı, Muhammed b. Muhammed, lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” mânâsına olan Mevlânâ, yüceltmek için ders okutmaya başladığı tarihlerde verildi. Hüdâvendigâr Farsça sultan anlamınadır ve babası tarafından verilmiştir. Belhî, doğduğu şehri belirten nisbesidir. Rûmî, hayatını geçirdiği Anadolu’ya nisbetle verilen bir unvandır.
Mevlânâ 30 Eylül 1207 / 6 Rebîu’l-evvel 604 yılında Horasan diyârından sayılan ve bugünkü Afganistan sınırları içerisinde yer alan Belh’te doğdu. Babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden “Sultânü’l-ulemâ” Bahaeddin Veled, annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hâtun’dur.
Babası Bahaeddin Veled, bazı siyâsi olaylar ve Moğol istilası yüzünden aile fertleri ve yakın dostları ile 1212-1213 yıllarında Belh’ten ayrıldı, ilk olarak Nişâbur şehrine geldi. Orada Ferîdüddin Attâr ile karşılaştılar. Mevlânâ küçük yaşına rağmen Attâr’ın ilgisini çekti. Attâr’ın kendsine Esrarnâme adlı eserini bu görüşmede hediye ettiği nakledilir.
Nişabur’dan Bağdat-Kûfe yolu ile Hicaz’a vardılar. Hac farîzasını îfâdan sonra Şam üzerinden Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile 1222 yılında Lârende/Karaman’a geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Mûsa’nın yaptırdığı medreseye yerleştiler ve burada yedi yıl kaldılar.
Mevlâna ilk evliliği Karaman’da 1225 yılında Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun iledir. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Gevher Hatun’dan sonra bir çocuklu dul Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
3 Mayıs 1228’de babası ile birlikte Karaman’dan Konya’ya gelip yerleşti. Babası 24 Şubat 1231’da Konya’da vefat etti. Mevlânâ babasının vefâtından sonra 1232 yılında Seyyid Burhâneddin’in terbiyesi altına girdi. Seyyid Burhâneddin 1241 yılında vefat etti.
Şems Tebrizî 30 Kasım 1244 / 26 Cemâziye’l-âhir 642’de Konya’ya geldi ve dedikodu ve halkın baskısı üzerine 11 Mart 1246 / 21 Şevval 643 Konya’yı terk etti. 1247 yılında öldü. Mevlânâ Şems Tebrizî’nin yerini Selâhaddin Zerkûb ve Hüsâmeddin Çelebi ile doldurmaya çalıştı. Mevlânâ 1248-1250 yılları arasında Şam’da bulundu.
Mesnevî’nin yazılışına 1259-1261 yıllarında başlandı. 1264-1268 yılları arasında tamamlandı.
Mevlânâ, 17 Aralık 1273 / 5 Cemâziye’l-âhir 672 Pazar günü gurup vakti, ebediyet âlemine uçtu (Şeb-i Arûs) ve gerçek sevgiliye kavuştu. Cenâze namazını Sadreddin Konevî kıldıracaktı. O bayılınca Kadı Sirâceddin kıldırdı.
Mesnevî, Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâ-Fîh, Mecâlis-i Saba, Mektûbat adlı eserleri vardır.

III. MEVLÂNÂ’NIN MESAJI
Mevlânâ düşünce ve inanç sisteminin merkezine insanı oturtmuş bir mütefekkir ve gönüller sultanıdır. Onun anlayışına göre insan ezeliyyet âleminden ebediyyet yurduna doğru yol alan âlemin en değerli ve gözde varlığıdır.
İnsanın kendisini tanımasıyla başlayan bu yolculuğu Hakk’ı tanımak ve ma’rifet tarafına göre sürüp gitmektedir. Bu yolculukta gönül âdeta motor, aşk ona elektrik veren dinamo, Kur’an ve Sünnet ise hayat rehberi, yol gösteren pusula mesâbesindir.
Mevlânâ’ya göre bu yolun yolcusunun üslûbu hoşgörü, misyonu ise kendisine ve başkalarına ümit aşılamak ve bu sûretle hayâtı anlamlı kılmaktır. Bu bakımdan Mevlânâ’nın anlayışında:
1. Birim insanın
2. İnsan gönlünün
3. Aşkın
4. Kitap ve Sünnet’in
5. Hoşgörünün
6. Ümidin
ayrı bir yeri ve önemi vardır.

1. Mevlânâ Düşüncesinde İnsanın Değeri
Mevlânâ düşüncesinde insanın değeri ağaçtan da üstündür, ferçten de. İnsan hayâle, düşünceye sığmayacak kadar yüce ve büyüktür. O der ki:
İnsanın gerçek değerini söylesem, ben de yanarım dünyada. Ama ne yazık ki insan değerini bilmedi, kendini ucuza sattı. İnsan aslında çok değerli bir atlas kumaş iken kendini hırkaya yama yaptı.
Mevlânâ rengi, ırkı, kavmi, kabîlesi ne olursa olsun birim insanı önemsiyordu. Ve herkes ona göre potansiyel Müslüman’dı. Canı azîzdi, ölümden ya da herhangi bir fitneden kurtarılmalıydı. Nitekim darağacına çekilecek bir rum gencinin üzerine cübbesini atarak kurtarmıştı.
İyilik istidadı gördüğü bir başka gencin ise afv edilmesi için Mûiniddin Pervâne’ye aracı olmuştu. Onun: “Ortada kan var, bu başka şeye benzemez” şeklindeki itirazı üzerine: “Katil Azrâil’in çocuğudur. Kan içmez de ne yapar. Ama hilm kılıcı öfke kılıcından keskindir” diyerek bu gencin de afv edilmesini sağlamıştı.
Bir başka seferinde de semâ meclisine katılmak isteyen bir sarhoşu itip kakarak horlayanlara: “Şarabı o içmiş, ama siz sarhoş olmuşsunuz” ifâdeleriyle çıkışmış, sarhoş ta olsa insana saygı duymak gerektiğini, çünkü insanın değerli olduğunu ifâde etmek istemiştir.

2. Gönül
Farsça karşılığı “dil” olan bu kavram Mesnevî’de en çok geçen kavramlardandır. Gönül aşk ve ma’rifet mahallidir. Mevlânâ gönlü “nazargâhı ilâhi” olarak görür.
Gönül değerlidir. Ancak gönül gerçek bir gönülden, nebî ve velîlerin gönlünden beslendiği zaman gönül adını almaya hak kazanır. Nitekim vuslata ermenin yolu da, Mevlânâ’ya göre gönle girmektir. Gönül gönül fırını denilen aşkla pişer. Gönlün hamlık ve kabalıktan kurtulması için aşk ateşinde yanması gerekir. Aşkla gönül birdir. Gönül Allah’ın hissedildiği yer, aşkta O’nu hisseden güçtür. Senin saman çöpü kadar değer vermediğin gönül arştanda üstündür, kürsüden de, levhten de, kalemden de. Yıkık gönül Allah’ın baktığı varlıktır. O yıkık gönlü îmar eden ne kutlu gönüldür.
Yûnus Emre’de bu mânâda şunları söyler:
Bir kes gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi  Elin, yüzün yumaz değil
Yûnus’un bir başka şiiri de şöyledir.
Gönül çalabın tahtı Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise

3. Aşk
Aşk gönlün dinamosudur. Mevlânâ, Mesnevî’sinin giriş kısmında aşka ile ilgili olarak şunları söyler:
İnsanı insan eden aşktır. Aşk insanı hırstan, kibirden, varlıktan ve benlikten kurtaran tek ilaçtır. İnsan onunla bireysellikten kurtulur. Ey sevdâsı güzel aşkımız, neşelen, sevin. Ey bütün hastalıklarımızın hekîmi, kibirlerimizin ilâcı. Aşk insana Efletun’un felsefe ile Galinos’un tıpla yapamadığı rûhânî ve cismâni etkiyi yapacak güçtedir.
Mevlânâ aşk konusunda sözü şu noktalara getirir ve der ki:
Her şey Sevgiliden ibarettir, âşık ise perde,
Yaşayan Sevgilidir, âşık ise ölü herhalde
Âşıkta aşkın acısına tahammül yoksa,
O kanatsız kuş gibi kalır, vay haline.
Fuzûlî bu konuda der ki:
Cânı Cânana vermektir kemâl-i âşıkın
Vermeyen can itiraf etmek gerek noksanına

4. Rehber, Kur’an ve Sünnet
Mevlânâ yolunun ve yorumunun kaynağını Kur’an ve Peygamber olarak görmekte, farklı şekilde algılanmakta rahatsız olacağını Rubâiler’inde şu şekilde anlatmaktadır:
Bendesiyim Kur’ân’ın tende oldukça bu can
Ahmed-i Muhtâr’ın ayağının tozuyum her ân
Benden bundan başka bir söz nakleder ise her kim
Ben o sözden de onu nakledenden de incinirim

5. Hoşgörü 
Mevlânâ, hoşgörü iklîminin insanıydı. İnanan, inanmayan herkese hoşgörü nazarıyla bakardı. O şöyle derdi:
Şunu iyi bil ki, küfür ile iman bir yumurtanın akı ile sarısı gibidir. Onların arasını ayıran bir berzah vardır. O sebeple birbirlerine karışmazlar. Allah’ın lütuf ve keremiyle anaç tavuk onları kanatlarının arasına alınca küfür ile iman yok olur. Vahdet civcivi yumurtayı deler, çıkar.
Mevlânâ’ya göre dinler arası ayrılık gidiş tarzında ve ibâdet ediş şeklindedir.
Mevlânâ der ki: bize göre kâfirlik afettir ama Hakk’a göre onda da bir hikmet vardır.
Mevlânâ insanların birbirlerini hoş görmesini, kavgasız güzellik içinde yaşamalarını isterdi. Bir gün kavga eden iki kişiden biri öbürüne:
– “Çok konuşuyorsun, bir sus bir söyle” diye dayatınca, Mevlânâ araya girerek şunları söyledi:
“Sen ne söyleyeceksen bana söyle. Benimle didiş. Sen bin söyle benden bir bile duyamayacaksın.”
Bu sözler üzerine kavga edenler utanıp barıştı.
Mevlânâ bütün insanların birbirini sevmesinden yana bir anlayışın sâhibidir. Bunun için de aşkı temel iksir olarak görmektedir. Der ki: “Ölmeden önce birbirimizin kadrini bilmeliyiz. Gelin ihlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini birbirimizi sevmemize vesîle olması berekâtıyla okuyalım.” Çünkü temelinde sevgi olan bir insanlık anlayışı bütün soğuklukları ısıtır, bütün karanlıkları ışıtır, uzakları yakın eder, duyguları derinleştir, sözleri anlamlı kılar, varlık âlemindeki her varlığa şefkat ve ibret nazarıyla bakmayı sağlar.

6. Ümit
Mevlânâ insanlara ümit aşılamıştır. O ümitsizliği asla hoş görmezdi. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an’da: “Ancak kafirler ümitsiz olur”  buyurmaktadır. Yakub’un Yusuf’u bulma konusunda ümit kesmemesini anlatan bu âyetten yola çıkarak Mevlânâ cennetten inen Adem’in tekrar oraya döneceği ümidini taşıyordu. Bu yaklaşım onu insanlara en zor zamanlarda bile insanlara ümit aşılamaya sevk etmişti. O derdi ki:
Ümitsizlik tarafına gitme, ümit kapıları vardır.
Karanlıklar semtine varma, güneş parlamaktadır.
Onun anlayışına göre ümitsizlik güneşe bakamayan yarasa gibi zulmet tabiatlı olanların kabiliyetsizliklerinin tezâhürüdür.  Ümitsizlik insan ömrünü biçen, kökünü koparan orak mesâbesindedir. Bu yüzden Hz. Mevlânâ darda kalanlara Allah’a yalvarmalarını salık vermekte ve şöyle demektedir:
Sakın ümitsiz olma, kendini şâd eyle.
Her feryâda yetişene istimdâd eyle.

Mevlânâ’nın Vizyonu: Vizyon, geniş ufuk ve ileri görüş mânâsına bir kavramdır. Mevlânâ’nın vizyonunu gösteren en önemli hâdise onun moğol yöneticileriyle iyi ilişkiler içinde olmaya özen göstermesidir. Bu konuda kendisini eleştirenlere rağmen o moğolları geleceğin Müslümanları olarak görmekteydi. Nitekim Dîvân-ı Kebîr’de şunları söylemekteydi:
Sen tatardan korkuyorsun, Çünkü Tanrı’yı tanımıyorsun. Oysa ben tatarlardan iki yüz iman bayrağı yükselteceğim.
O yakıcı ıssı, soluğu ile her yanı ısıttı kızdırdı. Hepsine de kanlar ağlattı. Kanlarını da darağacına koydu gizledi.
O kanın kokusu, tatar ülkesinin miski, gizli gizli burnuma gelmektedir.
Gerçekten de öyle oldu. Moğol hükümdârı Gazanhan Müslüman oldu ve Anadolu’ya gelen bütün moğollar Müslüman olarak halkın arasına karıştı.
Mevlânâ’nın Mesnevî’si ve diğer eserleri bu vizyona uygun tesirini asırlar boyu sürdürmüştür. Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar bir gün Yahya Kemal’e: “Eskilerin hayâli neydi diye” sorunca Yahya Kemal gülerek şöyle cevap vermişti:
Gayet basit. Pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak yaşıyorlardı. Medeniyetimiz pilav ve Mesnevî medeniyetidir”  demişti. Yahya Kemal Mesnevî ve Mevlânâ’nın bu gücünü Eski Şiirin Rüzgarıyla (s. 95) adlı eserinde şöyle ifade eder:
Mesnevî şevkını eflâke çıkarmış nâyız
Haşredek hem-nefes-i hazret-i Mevlânâ’yız.
Mevlânâ bizim kültürümüzün temeli, gönlümüzün sultanı, ağzımızın tadıdır. Nasıl koruk güneşin sıcak etkisi altında tatlanır ve bal hâline gelirse insanların ekşi ve buruk tadları Mevlânâ gibi yürek ısıtan, insanlığa hayat veren canlarla tatlanabilir. Evâ Meyeroviç’in Mevlânâ ve tasavvuf için İslam’ın güler yüzü ifâdesi ne kadar haklı değil mi?