Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Kendini Gerçekleştirmek mi? Kendini Aşmak mı?

Altınoluk Dergisi, 2009 – Ocak, Sayı: 275, Sayfa: 020

İnsanın en büyük problemi kendisi, çevresi ve Yaradanı ile ilişkisidir. İlk devirlerden itibaren insanoğlu kendini tanıma, çevreyle ilişki kurma ve Rabb’a ulaşma konusunda muhtelif problemler yaşamaktadır. Bu yüzden insanın nefsini/kendisini tanıması, gerçekleştirmesi ya da aşması meselesi, dînî ve felsefî düşüncenin olduğu kadar modern psikolojinin de konusu olmuştur.

Nefs, insanın hem kendisi ve özbenliği, hem de kötü duygularının merkezidir. Bu yüzden “kendini tanı” düşüncesi, felesefî ve dînî muhitlerde bu alanla ilgili ilmî disiplinlerin oluşumuna etki etmiştir. Dînî ilimlerden tasavvuf, nefs adı verilen benlik ve kişilik gelişimi ile arzu ve istekleri irâdeyle kontrol, kalblerdeki niyetleri tashîh ilminin adıdır. Tasavvufî hayat ve düşüncenin gelişim sürecinde Muhâsibî (ö.243/857), Gazzâlî (ö.505/1111), İbn Arabî (ö.638/1240) ve Mevlânâ (ö.672/1273) gibi mütefekkirler, modern psikolojinin doğuşundan çok önce beşeriyete insan rûh yapısı ile davranışlarını tanımayı, nefsi kontrol etmenin yollarını öğretmişlerdir.

Modern zamanlarda gelişen psikolojinin gâyesi de insan davranışlarını incelemek ve insanın kendi kendisini kontrol etmesini sağlamaktır. Psikoloji bu gâyesine, insanın akıl ve ruh sağlığını koruyarak kendini gerçekleştirmek yoluyla ulaşmaya çalışır. Bir başka ifâdeyle psikolojinin gâyesi insanın kendini gerçekleştirmesidir. Ancak psikolojideki kişisel gelişim anlayışı ile kendini gerçekleştirmek üzere tam kapasite başarıya odaklanan için başarısızlık, bir âfet ve yıkım hâline gelmektedir. Bu anlayış benlik ve başarıyı putlaştırarak insana her şeyi başarabileceği duygusu aşılamakta ve nefsin hevâsını tanrılaştırmaktadır.1

Tasavvufun gâyesi insanı, kendini aşarak Aşkın/Müteâl olana ulaştırmaktır.  Burada önemli olan başarı ve başarısızlıktan çok, insanın her iki durumdaki hâli ve bunlara gösterdiği tepkidir. Tasavvufî telakkîde insana başarısında güç; başarısızlığında ümid veren şey, yalnız olmadığı ve Müteâl bir varlığın her şeyi ve kendisini kuşattığı duygusudur.

Psikolojik anlamda kendini gerçekleştirmek isteyen, genellikle âhiret kaygısından çok dünyevî endişelerle hareket eder. Hayâtı dünya hayâtından ibâret sanır ve dünyevî hazlarla mutlu olmaya çalışır. Bu bakımdan kendini gerçekleştiren insan, kemâle ermiş görülemez. Çünkü kâmil insan hem kendisiyle, hem Allah ile, hem de insanlar ve diğer varlıklarla olan hukukunu gözeten, bütün bu durumlardaki sorumluluğunun farkında olandır.

Kendini gerçekleştirmeyi hayâtın merkezine koyan insanda bencillik ve ben merkezli düşünce, âdetâ din hâline gelir.2 İnsanı insan yapan, bencillik duygularından çok diğergâmlık duygularıdır, başkalarının farkında olmaktır; nefs ve benliği aşmaktır.

Bâyezid Bistâmî ile bir ham sofu arasındaki bir hikâyede nefsi aşmadan mânevî zevkın kemaline ermenin mümkün olmayacağı en güzel şekilde anlatılmaktadır. Bâyezid Bistâmî’nin aşk, şevk ve mânevî tecrübe dolu konuşmalarını dinleyen bu ham sofu der ki: “Otuz yıldır oruç tutarım, ama senin bahsettiğin mânevî zevklerin hiç birini tadamadım!” Bâyezid bu adamın derûnuna nazar ederek der ki: “Otuz değil, üç yüz sene de oruç tutsan sen bu mânevî hallere ulaşamazsın.” Adam: “Niçin?” diye sorunca Bâyezid: “Senin enâniyet ve benliğin Allah ile aranda perde olmaktadır” cevabını verir. Adam bu mânevî hastalığın çaresini sorunca Bâyezid: “Bunun çaresi var ama, sen ona güç yetiremezsin” der. Adam biraz daha ısrar edince Bâyezid: “Hemen en yakın berbere git, başını kazıt, elbiselerini çıkar, beline çuldan bir peştamal bağla, boynuna ceviz dolu bir heybe as ve seni en iyi tanıyanların bulunduğu pazara git ve: Kim enseme bir tokat atarsa ona bir ceviz vereceğim! diyerek bütün pazarı dolaş!” der. Sofu: “Ben bunu yapamam, başka bir çare söyle” deyince Bâyezid: “Senin hastalığının tek çaresi budur. Ama ben sana bunu yapamayacağını baştan söylemiştim.” diyerek adamın enâniyet ve benliğinin ne kadar şiştiğini kendisine göstermiş.3

Bâyezid ve diğer sûfîler, bu tür narsist/bencil tutumları kırmak için benzer eğitim metotları uygulamışlardır. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin şeyhi Üftâde tarafından helâ temizliği ile Yûnus Emre’nin mürşidi Taptuk Emre tarafından dağdan odun getirmekle görevlendirilmesi ve onun asla eğri odun getirmediği şeklinde pek çok hikâye, benlik tedavisinin mânevî cephesini oluşturur. Tasavvufta narsizm/bencillik başta olmak üzere bugün modern psikolojinin tedavi etmeye çalıştığı birçok problem üzerinde ciddi pratik ve teorik pek çok malzeme vardır.

Kendini aşmak için fizîkî, aklî ve rûhî melekelerin bir denge içerisinde olması gerekir. Bu tür bir dengeyi sağlayacak olan tefekkür, murâkabe ve zikir gibi meditasyon unsurlarıyla cem-i himmet denilen; insanın dağınık ilgilerini bir noktaya teksîf edecek maddî ve mânevî konsantrasyondur. Bu tür bir yoğunlaşma, murâkabe ve zikir, sistemli bir şekilde uzun süre yapıldığında insanda bir denge, itmînân ve huzur hâli meydana getirir.

Tasavvuf İslâm’ın birlemek mânâsına gelen tevhid inancını uygulayarak insanın dağınık ilgilerini birleştirmeye çalışır. Tasavvufî usûle göre kendisini birleyerek kemâle erdirmeyen bir insanın, bu dağınık hâli ile tevhîdi anlaması ve yaşaması pek mümkün değildir. Kendini birleyen insan sâdece Allah’a odaklanmıştır. Onun nezdinde, fânîlerin övgü ve yergileri birdir. Zîrâ aslında “insanlar, var görünen yoklar”dır. Allah ise “görünmeyen var”dır. İnsan dikkatini fânîlere dağıtıp böldüğü sürece gerçek kulluk ve tevhîde erişemez.

Yaşadığımız dünyada insanın en büyük problemi madde ve mânâ bütünlüğünün ihmâl edilerek insanın parçalı bir yapıda algılanmasıdır. Oysa insanın mayasında birlik/tevhîd ve bütünlük/cem arayışı vardır. İnsanda maddî ve fizîkî sayılan pek çok hastalığın sebebi rûhîdir. Nitekim Necip Fâzıl Kısakürek’i ziyarete gelen dostları, ayağındaki rahatsızlığı sebebiyle ilk hafta yüzünü son derece gergin görmüşler. Bir hafta sonra ise ayağının iyileştiğini ve yüz ifâdesinin neşeli bir hâle geldiğini gören dostları üstâda demişler ki: “Üstâd, geçen hafta sizi ayağınızdaki ızdırap sebebiyle çok müteessir görmüştük. Şimdi mâşâallah ayağınız iyileşmiş, yüzünüzdeki huşûnet ve ufûnet de dağılmış.” Üstâd şu cevabı vermiş: “İnsan hayatında maddî hiçbir şey yoktur, her şey rûhîdir. Geçen hafta rûhum inkıbaz halindeydi, rûhumun daraltısı ayağıma vurmuş ve hasta etmişti, o da yüzüme yansımıştı. Şimdi ise rûhum düzeldi, ayağım da iyileşti.”

Kendini aşma konusunda insanın kaygı ve elemleriyle sevgi ve nefretleri önem arzeder. Günümüzde narsizm ve egoizm gibi bencillik ve insanları aldatma duyguları birtakım psikolojik rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Aslında insanın başkalarına yaptığı zulüm, psikolojisini bozar; gönül dünyasını rahatsız ve içini huzursuz eder. Dolayısıyla mutlu olmak isteyen, başkalarının âhını almamalıdır. Kendi bütünlüğünü korumak isteyen başkalarına zarar vermemeli; ilişkileri savaş haline getirmemelidir.

İnsanı maddi ihtiyaç ve yapısıyla sınırlı görmek, rûhî ihtiyaç ve problemlerin tedâvîsini görmezden gelmeye sebep olmaktadır. Çağımız insanının en önde gelen problemleri stres, kaygı ve yalnızlık korkusudur. Sanılanın aksine fakirlik ve yoksulluk bu tür kaygı ve korkuları tetikleyen bir etken değildir. Çünkü günümüzde insanların refah düzeyleri yükseldikçe kaygıları artmaktadır.

İnsanın kaygılarını yok etmek için nîkbîn/iyimser olmaya, pozitif düşünmeye ihtiyaç vardır. Olanda ve olaylarda hayır görmek, başa gelebilecek her musîbetin iyi yanının da bulunabileceğini düşünmek, onların insana verdiği acıyı azaltır. İnsanlara zarar veren şey, olan bitenden çok, insanların o olayı algılama türüdür. Bedbîn/kötümser bakış açısı ya da negatif yorum, olayları olduğundan daha kötü gösterebilir. Nitekim Norman Vincent Peale: “Hiçbir zaman korkularınıza danışmayın”4 diyerek insanları bu durumdan sakındırır.

Kaygılar, korkular ve stresler üstesinden gelinebilirse insan için avantaja da dönüşebilir. Korkunun kodlarını kırıp onu aşmayı başarabilenler hayatta başarılı olurlar. Bunun en önemli yollarından biri insanın mânevî gelişimini tamamlaması; hayal gücünü müsbet şekilde işletmesi, olayları hayra ve iyiliğe yormasıdır.

Müsbet ve menfi telkinlerin insan üzerinde psiko-somatik/rûhî-bedenî etkilerinden bahsedilir. Bugün modern hekimlik, insan rûhunun olumsuz etkilerinin, vücudu hasta yaptığını kabul etmektedir. Yapılan araştırmalara göre halsizlik, tansiyon ve buna benzer pek çok hastalığın sebebi iç huzursuzluğudur.5 Ruh beslenip güçlendikçe sıkıntılar birer zevk hâline dönüşür. Ruh beslenmeden elde edilen maddi zevklerden, cesed bile yorulur.

İnsan rûhî hayatında telkin ve düşüncenin çok önemli bir yeri vardır. İyi olsun kötü olsun, insan hangi tür telkinlere muhâtap olur ve neyi düşünürse güçlü bir mıknatıs gibi o şeyleri kendine çeker. Hasta olduğunu düşünen hastalığı, başarısız olduğunu düşünen başarısızlığı, parasız olduğunu düşünen fakirliği kendine doğru çeker. Bir konuya düşünce ile yoğunlaşan o konuda o kadarını kendine çeker. Bir başka deyişle hayat ve olaylar hakkında negatif düşünmek hayatı zorlaştırır ve çekilmez hâle getirir; pozitif düşünmek ve düşünceleri kontrol altına almaya çalışmak ise kolaylaştırır. Çünkü kontrol altına alınmayan düşünceler, insana zarar verir.6

Maddenin çokça öne çıktığı çağımızda, bedenî ihtiyaçları tam olarak karşılandığı halde insanlar, bir türlü tatmin olmamaktadır. Bugün tıp ilmi pek çok ağır hastalığa çare bulduğu, insan ömrü uzadığı, hayat kalitesi arttığı halde, insanların problemleri azalmak yerine çoğalmakta; rûhî bunalım toplumları içten içe kuşatmaktadır.

İnsanlar mânevî hayat yaşayamamanın gerilimiyle aşkınlık boyutu olmayan; insanı Müteâl olana ulaştırmayan yorum ve yaklaşımlardan hazzetmemektedirler. Dînî hayattaki gerileme insanda aşkınlık ihtiyacını artırmakta ve mânevî bir açlık oluşturmaktadır.

İnsanı yanlış okuyarak onu maddeden ve başarısını kendini gerçekleştirmekten ibâret gören anlayışın eseriyle bugün beşeriyet kendini unuttu, varoluş ve davranış ahlâkını kaybetti. Başarıya odaklanan insaoğlunun eliyle küresel boyutta ekolojik bozulma ve kirlenmeler, ekonomik kriz ve savrulmalar, toplumsal çöküşler, nüfussuzlaşma belâları meydana gelmeye başladı. Kirlenen denizler, can çekişerek ölen deniz canlıları, insanlığın soluduğu kirli hava, delinen ozon tabakası, sera etkisiyle ısınan atmosfer ve onun oluşturduğu küresel ısınma. Ona bağlı bir sürü sıkıntı ve felâket. Evet, bunların hepsi insanoğlunun kendi kendine kurduğu tuzak ve belâlar.

El-hâsıl insanoğlu kendini gerçekleştirmek adına kendini yok etmeye soyundu. Bugün yaşanan ekonomik küresel kriz de, aslında azgın nefislerin doğurduğu vahşî kapitalizmin ürünü. Herkesin hayatını bireysel olarak yaşama ve başkalarını umursamama tavrı, “altta kalanın canı çıksın, ben kendime bakarım” anlayışını egemen kıldı. Bireysel bütçelerde de aile ve şirket bütçelerinde de ferdiyetçilik öne çıktı. Sosyal devletin merhamet duygularından soyutladığı insanlardan oluşan toplumlarda fedâkârlık, ferâgat ve paylaşım duygusu bütünüyle kayboldu. Oysa böyle kriz zamanlarında en çok işe yarayan fedâkârlık ve paylaşımdır. Bu yüzden inasanlarımızı kendini aşan ve yeri geldiğinde imkânlarını başkaları ile paylaşan olarak yetiştirmek ihtiyacındayız. Çünkü aşkın/Müteâl olana ulaşma ve kendini aşma duygusu merkeze alınmadıkça, toplumsal felâketler sona erecek gibi görünmüyor.

Dipnotlar: 1) bkz. el-Furkan, 25/43; el-Câsiye, 45/23. 2) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Mustafa Merter, Dokuz Yüz Katlı İnsan, İstanbul 2006. Ayrıca Doç. Dr. Süleyman Derin’in 2007 Mevlânâ sempozyumunda sunduğu “Mevlânâ’nın Mesnevisinde Psikolojik Yaklaşım” başlıklı bir tebliği bulunmaktadır. 3) Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ, Tahran 1346, s. 173; trc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1985, s.209-210. 4) Norman Vincent Peale, Olumlu Düşünmenin Büyüsü; trc. Şahin Cüceloğlu.İstanbul 1997, s.18. 5) a.g.e. s. 48. 6) Faik Özdengül, Rumi ve Aşkın Terapi, Konya, 2005, s.203.