Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

İnfak Duyarlılığı

Altınoluk Dergisi, 2000 – Aralik, Sayı: 178, Sayfa: 009

İnsanoğlunun dünya nimetlerine karşı zaaf ve tutkusu fıtrîdir. Hammaddesi toprak olan insan toprağın suya olan iştiyakı gibi dünya nimetlerine iştiyak duymakta, onu yutmakta ve tutmaktadır. Nasıl suyu yutan kabiliyetli topraktan yararlı nebatlar çıkıyorsa insanın da dünya nimetlerine sahip olmasının, mahsûl veren toprak gibi güzel sonuçları olmalıdır. Kur’an’da insanın sahip olduğu dünya nimetlerine karşı sorumlulukları değişik lafızlarla ifade edilmektedir. Bunların başlıcaları, sadaka ve tasadduk, nafaka ve infak, zekat, cûd ve îsardır.

Bunlardan sadaka, kişinin Allah’a yakınlık amacıyla insanlara nafile olarak verdiğidir. Sadaka vermeğe “tasadduk” denir. Bazen verilecek kimsede aranan şartlarda gösterilen sadâkat, zekata da sadaka denilmesine sebep olmaktadır.

Zekât, bir şeyin ziyadeleşip bereketlenmesi ve temizlenmesi demektir. Nitekim zekât, kulun Allah emri ve fukara hakkı olarak malından ayırdığı vergidir. Zekat hem vereni cimrilik hastalığından, hem de malı şüphelerden temizlemektedir. Sadakanın da temizleyici özelliği vardır. Nitekim Allah Teâlâ: “Sen onların mallarından, onları tertemiz yapmak üzere sadaka al!” (et-Tevbe 9/103) buyurmaktadır.

İnfak, mal ve başka şeylerde yapılan tasarruf ve harcamadır. Farz olanı vardır, nâfile olanı vardır. Nafaka da infak edilen şey için kullanılır.

Cûd, sahip olunan mal ve ilmi bezledip saçmaktır. Para ve mal harcamanın kişiye zor gelmemesi demektir. Mal, beden, mevki, dünya ve ahiret konularında olur.

Îsâr, başkasını kendine takdim ve tercih demektir. Nitekim “Onlar ihtiyaçları bile olsa başkalarını kendilerine tercih ederler…” (el-Ha?r, 59/9) âyeti buna i?arettir.

Bu kavramlar içinde en kapsamlı olanı infaktır. Hem verilecek şeyin dînî hükmü bakımından farz ve nâfile olanını, hem mal ve ilim gibi Hak tarafından verilen nimetlerin her türlüsünü kapsamaktadır. Nitekim “Kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve manevî şeylerden az çok infak ederler, Allah yolunda harcamada bulunurlar.” (el-Bakara 2/3) ayetinde bu infak kavramı kapsamlı bir biçimde açıklanmaktadır.

Bakara suresinin 215. ayetinde ise: “Ey Muhammed, neye, ne gibi yerlere harcamalar yapacaklarını sana soruyorlar. De ki: Az veya çok hayır cinsinden vereceğiniz nafakalar ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Bundan başka hayır olarak ne yaparsanız Allah ondan haberdardır.” Demek oluyor ki dedelerimize, babalarımıza bakmak ilk görevimizdir. Diğer yakınlarımız onları izler. İlklerine yapılan infak vacip, diğerleri nafiledir. Yine Bakara’nın 219. ayetinde: “Hayır olmak üzere ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Fazlasını” yani, mallarınızın gerekli ihtiyaçlarınızdan fazlasını infak ediniz. Meşru yollardan kazanarak kendinizin, ailenizin ve çocuklarınızın nafakalarını temin edin. Fazlasını da hayır yollarına harcayın.” buyurulmaktadır.

İnfakın sınırını üç derecede değerlendiren gönül erleri bunu sehâvet, cûd ve îsâr diye isimlendirmektedir.

Sehâvet, malın bir kısmını verip bir kısmını kendine ayırmaktır. Nitekim Allah Resulü sehâvet sahibini şu ifadelerle övmektedir: “Sahî Allah’a yakındır, halka yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri Allah’dan uzaktır, halktan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil fakat sahî kimse Allah katında, âbid fakat cimri olandan daha sevimlidir.” (Tirmizî, Birr, 40; Aclûnî, I, 450)

Cûd, malın çoğunu dağıtıp az bir kısmını kendine ayırmaktır.

Îsar da zarar ve sıkıntılarına katlanarak başkasını kendisine tercih ile kifâyet derecesindeki maîşetini vermektir.

Sehâ belli bir ölçü ve sınır dahilindeki cömertliktir. Cûd ayırım yapmaksızın sınırsız herkese gösterilen cömertliktir. Bu yüzden “Cevâd” Allah’a izâfe edilir, ama “Sahî” edilmez.

Nitekim İbrahim peygamber Allah’a Halîl (dost) idi. Misafirsiz sofraya oturmazdı. Bir kere hanesine bir Mecûsî geldi. İbrahim onun Mecûsî olduğunu anlayınca ağırlamaktan imtinâ etti ve adama: “Sen benim ikramıma ve ağırlamama layık değilsin.” dedi. Adam da savuşup gitti. İbrahim hemen vahiy ile uyarıldı. Allah Tealâ: “Yâ İbrahim, benim yetmiş yıl beslediğim bir kula bir öğün yemek vermek sana ağır geldi ha…” buyurdu. İbrahim (a.s.) hemen Mecûsî’nin peşine düşüp onu buldu ve ağırladı. Mecûsî olanların sebebini sorup öğrenince: “Ne iyi Rab, düşmanı için dostunu (Halîl) azarlıyor…” dedi ve Müslüman oldu.

Allah’ın Habîb’i (Sevgilisi) Hz. Muhammed de Hâtim Tâî’nin oğlu geldiğinde sırtındaki ridasını çıkarıp onun altına sermişti. İnsanlar arasında fark gözetmeden kâfirin altına kendi elbisesini koymuştu. İşte Habîb ile Halîl’den sehâ ile cûd birer örnektir.

İnfakta aslolan ihtiyaç sahibine ihtiyacını istemeden vermektir. Nitekim Allah dostlarından birine bir arkadaşı gelip dört yüz dirhem istedi. O da dört yüz dirhemi getirip arkadaşına verdikten sonra evine girerek ağlamaya başladı. Hanımı da: “Eğer bu parayı vermek zor geldiyse keşke mazeret gösterip vermeseydin.” dedi. Allah dostu: “Ben ona ağlamıyorum, arkadaşım benden istemeden onun halini araştırıp kendiliğimden veremediğime ağlıyorum.” dedi.

Ebû Sehl Su’lûkî, eliyle kimseye bir şey vermez; vermek istediği şeyi yere bırakırdı. İhtiyaç sahibi hacetini oradan alırdı. İşte bu anlayış zaman içinde cami avluları ile yol başlarına konulan “sadaka taşı” geleneğini doğurdu. Belki de sadece bizim infak medeniyetimize aid bir gelenek olarak tarihteki yerini aldı.

Bu gelenek insana ve insan haysiyetine verilen değer kadar insana güvenin de bir simgesiydi. Çünkü Allah “Sadakalarınızı başa kararak ve eziyetle boşa çıkarmayın” (el-Bakara, 2/264) ayetiyle insan onurunu korumayı hedefliyordu. Ayrıca ihtiyaç sahipleri oradan bulduğunu değil, kendisine lazım olan zaruret miktarını alırdı. Toplum içerisinde iffetleri sebebiyle insanlardan isteyemeyen ihtiyaç sahibi onurlu kimselerin (bk. el-Bakara 273) hacetleri de bu suretle giderilmiş oluyordu.

Alan, veren elin üstünlüğü ve hayırlı oluşu ile ilgili bir komplekse kapılmazdı. Veren de alanı bu tür bir psikoza düşürmeden sadakasını Allah’a verdiğine inanırdı. Çünkü Allah Teâlâ: “Tevbeleri kabul eden ve sadakaları alan Allah’tır” (et_Tevbe, 9/104) buyurduğu gibi Peygamberimiz de: “Sadaka alanın eline düşmeden Allah’ın eline düşer.” buyurmaktadır.

“Şüphesiz Allah, cennet karşılığı mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı.” (et-Tevbe 9/111) ayetiyle canın ve malın Hak yoluna verilmesi gerektiğini ifade buyurur. Canı vermek cihadla olur, malı vermek infakla. Bunun da üç derecesi vardır:

1- Zekatın borç olmasını beklemeden malının tamamını verenler,

2- Servetlerinin tamamını veremeyen ama zekatla da sınırlı kalmayanlar. Böyleleri zekattan fazla olarak mallarının bir kısmını da hayır yollarında harcar. Nitekim Kur’an’daki: “Muhabbeti üzerine malını yakınlarına verir.” (el-Bakara 2/177) ayetiyle “Size rızık olarık verdiklerimizden infak edin.” (el-Münafikûn 63/10) ayeti buna delildir.

3- Ne fazla, ne eksik yalnız zekatlarını ödeyenler. Bu infakın en küçük derecesidir.

Zekat her nimetin kendi cinsinden şükrünü edâ etmektir. Sıhhat büyük bir nimettir. Her organın zekatı vardır. Bu da insanın bütün organlarını hizmet ve ibadetle meşgul etmesi boş oyun ve eğlenceye meyletmemesidir. Diğer taraftan zekat Allah’ın zenginlerin malından fakirlere ayırdığı bir haktır. Zekat veren hak sahibine hakkını ödemekle hem Hakk’ın rızasını kazanmakta, hem de hesap ve azap endişesinden kurtulmaktadır.

Zekatın amacı insanı kötü huylardan biri olan cimrilikten kurtarmaktır. Nitekim hadis-i şerifte: “Üç şey helâke götürür: Aşırı cimrilik, ardınca gidilen şehvet ve kendini beğenmek” (bk.Mevsûa etrafi’e – Hadis en – nebevi,IV,457) Ayette de: “Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa işte felah bulanlar ancak onlardır.” (el-Haşr 59/9) buyrulmaktadır.

Cimrilikten kurtulmak malını yerinde infak etmeyi adet edinmekle mümkündür. Bir şeyden sevgiyi kısmak, kendini ondan ayırmakla olur. Bu manada zekat temizlik demektir. Çünkü sahibini cimrilik pisliğinden temizler. Zekatın yaptığı temizlik kulun Allah uğrunda yaptığı infaktan duyduğu sevinç kadardır.

Malî ibadet mal nimetinin şükrüdür. Dara düşmüş bir insanın perişan halini gören varlıklı biri, Allah’ın kendisine verdiği servetin kırkta birini ona vermezse nasıl adam sayılabilir?

Allah dostlarından Şiblî’ye sordular:

-Zekattan verilmesi gereken miktar ne kadardır? Şiblî şu karşılığı verdi:

-İki yüz dirhem için beş dirhem. Yani malın kırkta biri. Ama bu fıkıh mezheplerinin ölçüsüdür. Benim mensubu bulunduğum yola göre malın hepsini verip zekat meşguliyetinden kurtulmaktır. Adam tekrar sordu:

-Bu konuda senin imamın kim? Şiblî:

-Ebû Bekir Sıddîk, dedi. Çünkü o elinde bulunan her şeyi Allah yolunda vermiş ve kendisine: “Ailene neyi bıraktın?” sorusuna: “Allah’ı ve Rasûlünü” cevabını vermişti.

Rivayete göre İmam Ali’ye aid şöyle bir şiir vardır:

Bana malımdan dolayı hiç zekat farz olmamıştır

Cömert adama zekat farz olur mu?

Sufilerden biri her sene fakir dervişlere bin dirhem dağıtır ve ardından: “Size bir dirhem bile zekat vermedim” diye yemin edermiş. Çünkü bu zat, üzerinden bir yıl geçmesi şartını beklemeden malını dağıttığından kendisine zekat farz olmazmış. Zaten Allah Teâlâ, altın ve gümüşü depolayıp Allah yolunda infakta bulunmayanların acıklı bir azapla uyarılmasını emretmektedir. (bk. et-Tevbe 9/34)

İnfakın sınırları oldukça geniştir. Nitekim hadislerde şöyle buyrulur:

“Her maruf sadakadır. Kişinin nefsi ve ailesi için harcadıkları da sadaka olarak yazılır.” (bk.Mevsüa,VI,441)

“İnsanlarla iyi geçinmen sadakadır. Mü’min kardeşinle karşılaştığında tebessüm etmen sadakadır. Senin kabında bulunandan kardeşinin kabına boşaltman da sadakadır.” (Müslim Birr,144)

“Yemek yedirmek, selamı yaymak ve güzel söz mağfiret sebebidir.” (Mevsüa,IX,444)

“Allah için sevdiğine yemek yedir.” (İbnü’l-Mübarek’ten)

Ashab-ı kiram sofraya misafirsiz tek başına oturmayı mahzurlu görürlerdi. İbn Abbas’ın rivayetine göre bu anlayışı hafifletmek üzere: “Toplu olarak ve tek başınıza yemenizde mahzur yoktur.” (en-Nûr, 24/61) ayeti inmişti.

İmam Ali’nin ağladığını görenler sebebini sordular ve şu cevabı aldılar: “Yedi gündür evime misafir gelmedi. Allah Teâlâ’nın derecemi indirmiş olmasından korkuyorum.”

Enes bin Malik: “Evin zekatı evin içinde misafir için bir oda bulundurmaktır.” derdi.

“İbrahim’in ikramına mazhar konukların haberi sana gelmedi mi?” (ez-Zariyat, 51/24) ayetindeki ifade “İbrahim’in konuklarına gösterdiği büyük ilgi” diye tefsir edilmiştir.

Allah dostlarından İbrahim b. Cüneyd der ki: İnsan, başkan, komutan ne olursa olsun şu üç şeyi yapmaktan kaçınmamalıdır: Babası meclise gelince ayağa kalkmak, misafirine ve hocasına bizzat hizmet etmek, bilmediğini sorup öğrenmek.

“Sevdiklerinizden infak etmedikçe iyilerden olamazsınız.” (Al-i İmran, 3/92) ayetiyle yukarıdan beri sayılan yemek yedirme ve misafir ağırlama ile ilgili teşvik ihtiva eden rivayetler, infak medeniyetini doğurmuştur. Evlerde misafirlerin konaklaması için yapılan özel ve müstakil odalar, yol boylarına konaklamak üzere inşa edilen kervansaraylar, herkesin karnını doyurmak üzere açılan imaret ve aşevleri, köylerdeki köy odaları ile buralardaki hizmetin devamlılığı için kurulan vakıflar hep infak duyarlılığıdır. Özünden ve sevdiğinden koparıp vermektir. Bugün de evlerimizde misafir odaları var ama mobilya ve eşyalardan misafirin konaklayacağı pek yer kalmamaktadır. Evler fiziki olarak genişlese de gönüller daraldıkça misafir konaklama yeri bulunamıyor.