Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

İLMİN HİLMLE BULUŞMASI LÂZIM

İSAR BÜLTENİ / Sayı: 3 

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı, Hüdayi Vakfı kurucularından, İSAR Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının dinî eğitim sahasındaki hizmetleri, akademik gayretle İslâmî duyarlılığın ideal sentezi ve İSAR üzerine bir söyleşi yaptık.

Asım Cüneyd Köksal: Muhterem hocam, tasavvuf tarihi alanındaki akademisyenliğiniz ve yirmi beş yıldır devam eden vakıf hizmetleriyle ilgili çalışmalarınıza Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı tecrübesi de eklenmiş oldu. Öğrencilerimiz için hayatınızın eğitim, öğretim ve hizmet sürecini sizden dinleyebilir miyiz?

Hasan Kâmil Yılmaz: Bismillahirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-Salâtü ve’s-Selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. Öncelikle teşekkür ederim. Böyle bir mülakat için bizimle görüşme talebinde bulunduğunuz için.
Türkiye’de İslâmî ilimlerin yeniden canlanma süreci 1950’li yıllara kadar uzanıyor. 1924-25’li yıllarda önce medrese ve tekkelerin, daha sonra da imam hatip mekteplerinin talebesizlikten kapanmasının ardından Türkiye’de dinî eğitim, belli oranda tatil edilmiş oldu (1931). İlahiyat ve imam hatib mekteplerinin en son talebe alışından sonra yaklaşık 20 yıl boş geçen bir süre var. O süreçte hakikaten hem Diyanet camiası hem halk kitleleri, yetişmiş eleman sıkıntısı bakımından ciddi bir kıtlık dönemi, yani kaht-ı rical yaşıyorlar. Hatta 1946’lı yıllarda cenazeleri kaldıracak imam bulunamıyor. Bir takım talep ve tepkiler üzerine önce imam hatip kursları (1948), sonra ilahiyat fakültesi (1949), sonra 1951’de de imam hatip okulları açıldı ve dinî hayatla ilgili yeni bir bilgilenme süreci başladı ülkemizde.
Ben o yıllarda dünyaya geldim (1952). Dolayısıyla bizim, ilkokula gittiğimiz yıllarda imam hatip okulları da çocukluk dönemini idrak ediyordu, belki de ilk mezun vermişti (1958). İlkokulu bitirdiğimiz yıllarda (1963), çevremizde imam hatip okullarıyla ilgili duyduğumuz sözler beni etkiledi. Ayrıca -ben Balkan kökenli bir ailenin çocuğuyum- Bulgaristan’daki Medresetü’n-Nüvvâb mezunları 1950’li yıllarda Türkiye’ye gelmişlerdi. Bunlardan bazıları akrabamız olması sebebiyle evimize geliyorlardı. Bu münasebetler vesilesiyle, dinî ve dünyevî ilimleri beraber okuyacağımız bir mektep arzusu çocukluğumuzda oluşmuştu farkında olmadan. Duyduklarımızın, gördüklerimizin gönül dünyamızda bıraktığı tesirlerle 1963 yılında ilkokulu bitirdiğimde bir imam hatip sevdası oluşmuştu. Köyde yaşadığımız için okula yalnız yatılı olarak gitme şansımız olabilirdi, değilse köyden okula devam etmek mümkün değildi mesafe sebebiyle. Dolayısıyla o yıl yatılı imam hatip okulu ve öğretmen okulu imtihanına girdik. Her ikisini de kazanmışız ama tercihimiz imam hatip okulundan yana oldu. Ve Adapazarı İmam Hatip Okulu’na kaydolduk.
Bizim İHL’ye başladığımız 1963 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ilk mezunlarını vermişti. Hayreddin Karaman ve Bekir Topaloğlu hocalarımız İstanbul’da, Mevlüd Ferligül, Arif Turan hocalarımız Adapazarı’nda görevce başlamışlardı. Biz onların rehberlik ve önderliğinde imam hatip nesli olarak gençlik yıllarımızı idrak ettik. Daha sonraki yıllarda yine İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalarımız oldular.
İHL yıllarımda beni etkileyen hocalardan birisi Ahmet Vanlıoğlu’dur. Şu an İstanbul vaizliğinden emeklidir. Onun hem ilmî vukufiyeti, hem hoca olarak talebeyle iyi diyaloğu bize model oldu. Onun şahsında hem ilmî hizmeti, hem tasavvufî anlayışı fark etmeğe başladık. Sohbet ve derslerinde ilim ve tasavvufun içi çe beraber olması gerektiği duygu ve algısını hissetmeğe başlamıştık. Sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne geldik 1970 yılında. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde o zamanlar Osmanlı çınarı mesabesinde hocalarımız vardı; Mahir İz gibi…

ACK: Ömer Nasuhi Bilmen?

HKY: O, o zaman emekli olmuştu. Biz talebeyken de vefat etti. Ona talebe olmaya yetişemedik. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ömer Kirazoğlu gibi, Ömer Çam ve eczacı albay Mevlevi terbiyesiyle büyümüş neyzen Halil Can  gibi zevat-ı kiramı tanıma bahtiyarlığına erdik o zamanlar. Yeraltı Camii imamı Ali Üsküdarlı gibi, Rahmi Şenses Hocaefendi gibi zevatın dönemine yetiştik. Yani hem o eski Osmanlı hocalarından, hem de bizden on beş yirmi yaş büyük hoca ve ağabeylerimizden okuduk. Bize hem imam hatipteki, hem yüksek İslam enstitüsündeki hocalarımız ilmî mânada ideal bir âlimliği ve hizmet aşkını aşılamaya özen gösterdiler. Allah onlardan razı olsun. Ölenlerine rahmet, hayatta kalanlarına sağlıklı hayırlı uzun ömürler diliyorum.

İstanbul’a geldiğim sıralarda şöyle bir gelenek vardı: Yüksek İslam Enstitüsü’nde okuyan öğrencilerin kısm-ı âzamı bir yandan imam hatip diplomasıyla Yüksek İslam Enstitüsünü, diğer yandan fark derslerini vermek suretiyle lise diploması alarak hukuk veya edebiyat fakültesinden birini beraberce okurdu. Bizden birkaç nesil önce veya birkaç nesil sonra olanlar aşağı yukarı böyle bir geleneği sürdüre geldiler. Tabii bir başka fakülteye devam düşüncesi genellikle yüksek İslam enstitülerinin ne olacağı ile ilgili kaygılardan kaynaklanıyordu; ne olacaktı bu kurumlar, devam edecek miydi? Önü açık mı kapalı mıydı? Tabii devletin kendi kurumu olarak gördüğü üniversiteler, edebiyat veya hukuk fakülteleri insanlara dünyevî bakımdan biraz daha güven veriyordu. Arkadaşlarımız İstanbul’da muhtelif ders halkalarına devam etmeğe özen gösteriyorlardı. Emin Saraç Hoca’nın, Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocaefendi’nin ve İlahiyat Fakültesi’nin yanında Çinili Cami’de Mehmet Hoca gibi hocaefendilerin özel derslerine devam etmeye özen gösteriyorlardı duyarlı arkadaşlarımız. Sadece imam hatip okulunda ve yüksek İslam enstitüsünde okuduğu dersleri yeterli görmüyorlar ve geleneksel medrese usulüyle ders okumaya özen gösteriyorlardı. Adapazarı’nda imam hatip okulunda talebeyken Ahmet Vanlıoğlu hoca bize Sarf ve Nahiv Cümlesi diye bilinen kitapları okutmuş, eski metinlere nüfuz etmemizi sağlamıştı. İstanbul’a geldiğimiz zaman Ahmet Muhtar Büyükçınar ve Emin Saraç Hocaefendilerin derslerine devam suretiyle aldığımız formel bilgilerin yanına bir de o eski klasik medrese bilgilerini eklemeye çalıştık. O zamanar Yüksek İslam Enstitüsü mezunlarının doktora yapmasının önünde engeller vardı. Yani mutlaka fakülte bitirmek gerekiyordu. Fakülte bitirmeyene doktora yapma şansı yoktu. 1982’ye kadar böyle bir engel söz konusuydu. YÖK ile birlikte engel kalktı. Biz bu süreçleri yaşayarak geldik.
Türkiye’de dinî ve İslamî hayatın en büyük destekçisi sivil toplum kuruluşlarıdır, bu bilinen bir gerçek. Bunun başı İlim Yayma Cemiyeti’dir. İlim Yayma Cemiyeti 1952 yılında kurulmuş ve Türkiye çapındaki tecrübeleriyle imam hatip okullarının, yüksek İslam enstitülerinin ve dinî hayatın tedvirinde, yönetiminde ve kalitesinin artmasında çok önemli hizmetler görmüştür.

1970’li yıllara gelindiğinde 12 Mart muhtırasından sonraki süreçte cemiyet bir de vakıf kurmak suretiyle iki kurum haline geldi. Çünkü 12 Mart gibi müdahalelerde derneklerin hemen kapatılıp mallarına el konulması gibi bir mevhum akıbet söz konusuydu. Bunun önüne geçmek için ilgili kanunun öngördüğü vakıf kurma yolu takip edilerek İlim Yayma Cemiyeti bir de İlim Yayma Vakfı kurdu. Vakıf daha çok gayri menkullerin ve malvarlığının sahibi, cemiyet ise işletmeci olarak hizmet görüyor. İlim Yayma Cemiyeti’nin hasbîve fahrî çalışmaları; İstanbul İmam Hatip Okulu’nda yaz tatilinde Yalova Esenköy’de yapılan yaz dersleri, daha sonra TDV’nin Marmara İlahiyat’ta kuracağı İSAM’ın ve Hüdayi Vakfının kuracağı İLAM’ın oluşmasında ilk nüveyi teşkil edecek çekirdek kadroları oluşturmuştur.

Diyanet’in 1976 yılında kurmuş olduğu Haseki Eğitim Merkezi de Türkiye’deki mevcut Yüksek İslam Enstitüsü, İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip okullarında alınan formel eğitimin yeterli olmadığı, bunun eski medrese eğitimi ile buluşması gerektiği kanaatinden ortaya çıkmıştır. Haseki’yi artık bir diyanet eğitim akademisi haline getirmek gerekir. Nasıl harb akademisi var askeriyede, adalet akademisi var, milli eğitim akademileri var, polis akademileri var, Diyânet’in de böyle bir akademiye ihtiyacı var. 1975’den beri hizmet içi gibi görülen Haseki bence Türkiye’de her şeye rağmen dinî hayatın ve dinî bilgilenmenin yükselmesi adına çok önemli bir fonksiyon icra etti. Müftülerimizin dinî seviyesinin yükselmesi, vaizlerimizin yetişmesi, tashih-i hurûf, kıraat, aşere takrib gibi alanlarda eleman yetişmesini sağlayan yine Haseki Eğitim Merkezidir.

1950’lerden sonra İlim Yayma Cemiyeti’yle bu süreç belli bir noktaya gelmiş ve 1975’lerde Haseki Eğitim Merkezi’yle birlikte eskiyle buluşmuştur. 1982’de Yüksek İslam Enstitülerinin YÖK kanunuyla ilahiyat fakültelerine çevrilmesi ve önlerindeki yüksek lisans ve doktora yapmak gibi engellerin kaldırılması, eğitim kadrolarının canlanmasına vesile oldu. O süreçte Tayyar Altıkulaç Bey’in Türkiye’deki ilmî hayata çok büyük katkıları oldu. Diyanet işleri başkan yardımcısıyken 1976’da Haseki Eğitim Merkezi’ni kurdu. Sonra Din Öğretimi genel müdürlüğü esnasında Türkiye’deki Yüksek İslam Enstitülerine yüz asistanlık kadrosu aldı. Yani şu anda benim yaşımdaki ilahiyat fakültesi hocalarından birçokları o dönemde alınan asistan arkadaşlarımızdır. Bu yüz kişi akademik kariyerlerini tamamladılar ve 1983’lere gelindiğinde yüzlerce ilahiyat doktoru, ilahiyat hocası oluşuverdi. Ondan önce sadece Ankara İlahiyat’ta doktora yapma imkanı vardı. Biraz da Erzurum İslamî İlimler Fakültesi’nde. Bunun dışında diğer yerlerde bu mümkün değildi.

İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra bir öğretmenlik dönemim var. Yüksek tahsildeyken gönlümde hep akademik çalışma yapma arzusu olmuştur. O yüzden yabancı dil çalışmalarına devam ettim ve 76 yılında yüz asistanlık kadrosu açılınca imtihana girdik. İngilizce ve Arapça imtihanları vardı o zamanlar, bir de bilim imtihanı oluyordu. 1976 Kasımında asistan olarak Yüksek İslam Enstitüsü’ne intisab ettik. 1977’de tayinimiz yapıldı. 1 Şubat’ta göreve başladık ve ondan sonra akademik hayatımız, tez çalışmalarımız, hocalığımız devam ede geldi. 1983’te doktor olduğum zaman Aziz Mahmud Hüdayi ve Celvetiye Tarikatı idi tezim. Mahir İz Hoca’nın talebesi, Rahmetli Selçuk Eraydın Hoca’nın asistanı oldum. 89’da doçent, 96’da profesör oldum Marmara Üniversitesi’nde.

ACK: Hocam siz seksenlerin ortalarından sonuna doğru İSAM’ın, daha sonra doksanlı yıllarda da İLAM’ın kuruluşunda ve gelişmesinde bulundunuz…

HKY: 1983’te doktoramı tamamladığım zaman Aziz Mahmud Hüdayi ile ilgili orada birtakım sosyal faaliyetler yapmaya başladık. Aziz Mahmud Hüdayi türbe ve camiinin bulunduğu alanın tarihî dokusuna uygun yeniden ihya edilmesini konuşuyorduk. Çalışmamız sırasında kullandığımız vakfiyeleri de gözden geçirmek suretiyle bir vakıf çalışması yapmak 85 yılında nasip oldu. Aziz Mahmud Hüdayi vakfını 20 kadar Üsküdarlı iş adamı ve akademisyenle kurduk. Rahmetli Selçuk Eraydın Hoca vardı bunların içerisinde, İrfan Gündüz, Mustafa Uzun gibi hocalar vardı. İş adamlarından da Yahya Kığılı, Osman Nuri Topbaş, Ahmet Hamdi Topbaş vardı. İslama hizmeti esas alan, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ni, onun gönül ufkunu tanıyan insanlarla birlikte kuruldu bu vakıf.
Vakfın kurulmasından sonraki süreçte kısa bir Mısır dönemi oldu. 9-10 ay kadar bilgi-görgü-araştırma için gittik. Ve o sıralarda İSAM’ın İslam Ansiklopedisi faaliyetleri başlamıştı. Ben bir süre İSAM ansiklopedi çalışmaları içerisinde bulundum.

Doksanlı yıllara geldiğimizde İSAM benzeri bir ilmî araştırma merkezinin Hüdayi Vakfı tarafından kurulması sürecini başlatmış olduk. Türkiye’de ilmî araştırma biraz himmet istiyor. Yani kişilerin sadece kendi şahsî bütçe ve gayretleriyle olacak bir iş değil. Onlara ya üniversitelerin veya sivil toplum kuruluşlarının destek vermesi gerekiyor. Hele hele İslâmî ilimler alanında uzun yıllar oluşmuş bir ihmal söz konusu olduğu için açığın kapatılması için biraz yoğunlaşmak gerektiriyor. Bu mânada İSAM çok önemli bir hizmet gördü. Hem kendisine personel yetiştirmek yani ansiklopediye madde yazacak insan, hem de Türkiye’nin fikir dünyasına, ilim âlemine katkı sağlayacak akademisyen yetiştirmek üzere çok sayıda eleman aldılar ve bu elemanların kısm-ı azamı Amerika ve Avrupa’ya doktora yapmak üzere gönderildi. Birtakım fireler olduysa da bu araştırmacıların büyük bölümü oralarda iyi şartlarda doktora yaparak yurda döndüler. Bir kısmı şu anda hâlâ İSAM bünyesinde, bir kısmı da muhtelif üniversitelerde görev yapıyorlar. İyi ki de İSAM diye bir kurumu kurmuş Diyanet Vakfımız, Diyanet İşleri Başkanlığımız onlar sayesinde bugün pek çok yetişmiş elemana sahip oldu.

1950’li yıllardan sonraki süreçte İslâmî camianın insanları, cami cemaati daha çok cami yapmayı, Kur’ân kursu inşa etmeyi veya görünen somut şeyler yapmayı tercih ediyordu. Çünkü bunların sonuçları hemen görünüyor. Camiyi diktiğin zaman minaresi kubbesi ortada. Kur’ân kursunu yaptığın zaman çatısı ortada, talebeler ortada. Ama insana yatırım uzun soluklu bir koşuyu, himmeti gerektiriyor. Yani bir adamı alacaksınız, 18 yaşından itibaren 30-35’li yaşlara kadar yüksek tahsil, master, doktora, bir on-on beş sene yatırım yapmak biraz bu konuya himmet etmiş, bu konunun ehemmiyetinin farkına varmış erbab-ı himmetin katlanacağı bir iş. Bu kadar para veriyoruz, bu kadar uzun yatırım yapıyoruz, ne olacak bu işin sonu deyiveriyor insanlar. Sonucu çabuk görmek istiyor. Çabuk bıkıyorlar. Dolayısıyla İSAM bu konuda gerçekten bir ufuk oldu. Bir vizyon ortaya koymuş oldu. Ondan sonra arkasından pek çok başka kurumlar, mesela İLAM geldi. Bunlardan başka İhsan Vakfı gibi bildiğimiz bilmediğimiz birçok kurum benzer faaliyetler yaptılar. Mesela İlim Yayma, Şehzadebaşı’ndaki yurdunun yan tarafında yüksek lisans ve doktora öğrencileri için özel mekânlar tesis etti.

Bizim asistanlık dönrmimizde İlim Yayma Vakfı doktora yapan öğrencilere burs verirdi. O da çok önemli bir katkıydı. Öğretmen olan, doktora yapmak isteyen veya asistan olan, ama kitap almakta zorlanan arkadaşlara. İlim Yayma’nın verdiği o burslar çok önemli katkı sağladı İslâmî ve dinî camiadaki akademik kariyer sahibi insanların çoğalmasına.
İLAM biraz daha özel amaçla kuruldu. Yani sadece bilgisi değil, dinî hassasiyetleri de yüksek insanların yetiştirilmesi hedeflendi. Önce 20 kadar arkadaşımız alındı, sonra 20 kişilik bir ekip daha kabul edildi. Böylece orada kırk kişilik bir ekip yetişti.

ACK: Evet Hocam, özellikle 2000’li yıllarda, sizin buyurduğunuz gibi bu öncü ilim kurumlarını, sivil toplum kuruluşlarını takip edip bunların yolunda yürüyen ve bu yolu geliştirmek isteyen bir çok yeni kurum eklenmiş oldu. Sizin de en başından beri içinde bulunduğunuz İSAR bunlardan bir tanesi. İki senelik kurumsal tecrübemizi de dikkate alarak, teoride ve pratikte İSAR’ı, İSAR’ın üstlendiği misyonu nasıl değerlendiriyorsunuz diye bir soru sormak istiyorum, ama bu soruyu sorarken İSAR’ın diğer kurumlardan temayüz eden bir tarafını da hatırlatmak ihtiyacı hissediyorum: Hem ilahiyatçı, hem de ilahiyat dışındaki branşlara mensup öğrenci kardeşlerimiz var, bu ilahiyat dışındaki bilimlere mensup birçok arkadaşımızın iki senede Arapçayı sıfırdan temel İslâmî kaynakları takip edecek düzeyde öğrenmeleri bizim için bir mutluluk vesilesi oldu.

HKY: Bir farklılık aynı zamanda. Diğer kurumlara göre bir farklılık.

ACK: Güzel ve önemli bir farklılık. Bu yöndeki eksikliklerimizi gidermek adına neler yapabiliriz? Bu iki senelik tecrübemizi dikkate alarak neler söylersiniz İSAR özelinde?

HKY: Şimdi efendim her kurum yeni bir tecrübe demek. İSAM Türkiye’de hakikaten İslâmî ilimlerde önemli bir tecrübe oldu. Ama çok verimli olan taraflarına rağmen birtakım ihmal ettiği tarafları da oldu. İLAM önemli bir tecrübe oldu. Onun da kendine göre artıları ve eksileri var. İSAR bunların hepsini görerek, İSAM’ın ve İLAM’ın yaptıklarını da görerek yeni bir anlayışla, yeni bir yorumla bizim hedef kitlemiz, seçeceğimiz talebelerimiz, hoca adaylarımız, hem âlim, hem âmil; amel sahibi, yani salih âlim olsun gibi bir misyon ve vizyonla yola çıktı. Bu tabii önemli bir farklılık diğerlerine göre. Amelle ilmi birleştiren bir yapıya sahip olmak. Âlimlik bana göre akademik kariyerden daha önemli bir özellik. Yani insanlar akademik kariyer sahibi olabilirler ama âlim olamayabilirler. Âlimlikte âlim-billah gibi bir farklılık olmalı. İSAR’ın kuruluşundaki en önemli noktalardan birisi bu. İslâmı yorumlama ve anlamada, çağdaş problemlere çözüm üretme ve ilgili alana katkı sağlayacak vasıflı eleman için ilimle ameli buluşturan insanlara ihtiyaç var. İSAR bu amaçla yola çıktı ve bunun için illa ilahiyat mezunu olmayı, illa İslâmî ilimlerden geliyor olmayı öngörmedi. Yani bir insan farklı alanlarda çalışıyor olabilir. Farklı fakülteler bitirmiş olabilir. Böylelerine ilmî ve dinî bir hassasiyet kazandırabilir. Arapça ve İslamî ilimler öğretilebilirse, ümmete tıp alanında, ekonomi alanında, siyaset alanında çok farklı açılımlar sağlayabilecek adamlar yetişebilir. İSAR bu düşünceyle hareket etti ve bu yüzden sadece ilahiyatçı değil, hatta çoğunluğu farklı fakültelerden ve eğitim alanlarından gençlere ulaştı. Bunların zeki, istidatlı ve bu işe yatkın, yani böyle ilimle ameli ve irfanı -yani ilimle ameli birleştirince irfan oluyor malum- birleştirecek yapıda olmasını arzu etti. Ben tabii çok fazla içinde değilim. Dışarıdan toplantılarla sizlerin bize verdiğiniz bilgiler ve arkadaşlarla görüşmelerimizden edindiğim intiba odur ki, bugüne kadar bu mânada emin adımlarla ilerliyor İSAR, yerine göre ayıklanması gerekenleri de ayıklayarak yoluna devam ediyor. Yani koyduğu hedefe, koyduğu çıtaya ulaşmaya çalışan gençlerle yoluna devam etmeğe çalışıyor.
İSAR’ın burada vermeye çalıştığı hem mükâleme, hem ilmî tetebbuata dayalı Arapça çok önemli. Yurt dışından getirilen Arapça hocalarının verdikleri eğitimle birlikte diğer temel dinî bilgilerin yine erbabından öğrenilmesine gayret ediliyor. Yine kendisinin bulunduğu alanda en iyi olmayı hedeflemesi bence önemli bir tercih. Ben bunların ülkemizin yarınlarında önemli hizmetler göreceğini düşünüyorum. İyi Arapça bilen, İslâmî kaynaklara aşina bir siyasetçi, diplomat, doktor, tabib-i hazık yani hem tıbb-ı nebiyi biliyor, hem modern tıbbı biliyor, Arapçası iyi, Batı dili zaten güzel, dolayısıyla Batının ortaya koyduğu tıpla ilgili ürünlerle bizim kadim klasik bilgilerimizi buluşturacak ve orada yine İslâmî hassasiyetleri öne çıkaracak bir ilim adamı, iyi bir âlim diyeceğimiz insan, elbette çok güzel bir şey. Bildiğim kadarıyla burada oluşturulan yeni gruplarla, tıpla ilgili, ekonomiyle ilgili, siyasal bilgilerle ilgili, ilahiyatla ilgili gruplar var.

ACK: Beş çalışma grubumuz var.

HKY: Beş çalışma grubuyla bunları hedefleyerek hem adayları, hem hocaları seçerek yürümeye çalışıyorsunuz. Dolayısıyla teorisi çok güzeldi. Pratiğe doğru da yürüdüğünü görüyoruz. Ama tabii bunun esas meyvelerini birkaç sene sonra daha çok göreceğiz. Yani bu arkadaşlar mezun oldukları, ürün vermeye başladıkları zaman ve bir üniversiteye intisap ettikleri, bir alana girip elleri kalem tutmaya başlayıp çalışmalarını ortaya koydukları zaman göreceğiz, ama şu anki çalışmaların gidişatı bize bu mânada doğrusu güven ve mutluluk veriyor. Buna ihtiyaç var. Yani bugün akademik kariyer yapan insanlarda çok yüksek seviyede megalomani oluştuğunu görüyoruz. Bu acı bir gerçek. Ve akademik kariyer yapıp unvan sahibi olanlarda bazen dinî konuları küçümseyen, hafife alan, hatta dinin irşatla ilgili alanlarıyla uğraşanları istihza konusu yapan tavırlarda kişiler görüyoruz. Doğrusu ben bunları anlayamıyorum. Bizim görevimiz âlim de olsak, doktor da olsak, profesör yani akademik unvan sahibi de olsak, ne olursak olalım birinci görevimiz irşattır. Allah ve Resulü bizim bu görevle de memur olduğumuzu bize duyuruyor. Yani bizim o hizmetleri küçümsemek gibi lüksümüz olmamalı. Dolayısıyla ben İSAR’da akademik unvan sahibi arkadaşlarımızın o âlim-billâh duygusuyla irşadı önemseyen, insanı önemseyen, Allah’a kulluğu önemseyen ilim adamı olmalarının çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bugün dünyada pek çok İslâmî problem var. Müslümanların çağdaş problemleri var. Helal gıdadan siyasî hayata problemler var, gündelik hayata yönelik pek çok problem var, yüzlerce, binlerce problem var.
Bu problemlere işin içinden gelen, İslâm’ı çok iyi bilen, hayatı iyi okuyan, kalbî hassasiyeti yüksek insanlar iyi çözümler üretebilir diye düşünüyorum. Yani mahzâ ilim yetmez. İlmin hilmle buluşması lazım. “Bi-ğulâmin halîm, bi-ğulâmin alîm” diye geçiyor Kur’ân’ı Kerîm’de; hilm içinde sevgi bulunan, hoşgörü bulunan, hazım bulunan ve erdem bulunan, ahlâkî değerler bulunan bir vasıftır. Yani bir adam âlim olduğu kadar halîm olursa, yani hilm sıfatıyla buluşmuş bir âlimlik öne çıkarsa, o hakikaten toplumda dönüştürücü özelliğe sahip bir âlim demektir. Bence âlimin en önemli özelliği dönüştürücü olmasıdır. Dönüştürücülük özelliği de salâh ile olur. Yani amel-i salihle olur. Salah veya salih amel, dönüştürücü amel demektir, yani bir adamın ilmiyle beraber salih ameli varsa o adam kendisi de dönüşür, toplumu da dönüştürür. İSAR’ın bu mânada çok mühim bir hizmet görmeğe aday olduğunu düşünüyorum. Bu işe gönül veren hocalarımız Allah razı olsun Hayreddin Karaman Hocamız, Raşit Küçük Hocamız, diğer arkadaşlar ve bu işin finansörlüğünü yapan arkadaşlarımız gerçekten çok iyi bir irade ortaya koydular ve bu işin fiiliyatını götüren arkadaşlarımız Recep Şentürk Bey olsun, sizler olun o iradeye uygun şekilde katkı sağlıyorsunuz. Biz buna müteşekkiriz.

ACK: Estağfirullah hocam, sağolun. Bugün Türkiye’de âlim olarak yetişen, âlim olarak yetişmesi beklenen, âlim namzedi olan insanların önlerinde çok büyük meseleler, problemler var dünyayla ilgili dediniz biraz önce.

HKY: Evet, kesinlikle.

ACK: Türkiye’de bu yönde son yıllarda artan bir bilinç var, yani dünyanın meselelerini kucaklamak veya çare üretmek anlamında. Türkiye’de bu yöndeki çalışma ve hizmetleri, bu yöne doğru artarak devam eden çabaları, Arap dünyası ve geri kalan İslâm dünyasıyla mukayese ettiğiniz zaman nasıl değerlendirirsiniz, nereye koyarsınız?

HKY: Arap dünyasını kısmen biliyorum. Yani bazı Arap ülkelerine seyahatlerim oldu. İletişimlerimiz oluyor. İran’ı çok fazla bilmiyorum, ama az çok onların da neşriyatı ortada. Türkiye’deki İslâmî birikimin onlardan geri olmadığını düşünüyorum. Türkiye’deki ilim irfan adına, akademik çalışmalar ve dinî ilimler adına yapılan çalışmaların son on beş yirmi yıl içerisinde gerçekten bir seviye kazandığı kanaatindeyim. Ancak bizim bugüne kadarki süreçte en büyük problemimiz, yaptığımız çalışmaların ve akademik neşirlerimizin, Türkçe olması sebebiyle ve Türkçenin de mahallî bir dil kalması sebebiyle dünyaya mal olmaması ve biraz yerel kalmasıdır.

İSAR ve benzeri kurumların Arapça ve İngilizce gibi iki dili mutlaka öğretmek şeklindeki çabasını bu mânâda anlamlı buluyorum. Yani buralarda yetişen arkadaşlarımız Arapça’yı çok rahat konuşan, Arapça kitap telif edebilen, İngilizce kitap yazabilen seviyeye geldikleri takdirde çalışmalarını bu dillerde yayınladıkça Türkiye’deki bu ilmî birikimin diğer İslâm ülkelerine örnek olacağını düşünüyorum.

Düşünün ki dünyada İslâmî ilimlerle ilgili önemli dört beş kurum var. Uluslar arası düzeyde bunların en önemlilerinden birisi Ezher. Ben on ay kadar Mısır’da kaldım, Ezher’i biliyorum. Ezher bin yıllık bir kurum, kadimen çok büyük hizmetler vermiş, çok büyük âlimler yetiştirmiş. Ama 1950’li yıllardan sonra bir irtifa kaybediyor Ezher. Ve bugün geldiği nokta hiç de iç açıcı değil. Kahire’de üç tane üniversite var İslâmî mânada; birisi Ezher, birisi Ayn Şems’in ilgili fakülteleri, bir diğeri de Kahire Üniversitesi Dâru’l-ulum Fakültesi. Seviye bakımından Daru’l-ulum Ezher’den daha yukarıda. Bugün Ezher’in eski etkisinin kalmadığı dünya üzerinde bilinen bir gerçek.
Bunun bir başka örneğini Suudlular Medine’de kurdular: El-Camiatü’l-İslamiye. El-Camiatü’l-İslamiye bütün İslam ülkelerinde ilim adamı yetiştirmek üzere kurulmuş, iyi niyetlerle kurulmuş bir üniversitedir. Ama maalesef İslamî ilimlerde donanımlı, ufku olan âlim yetiştirmek yerine bir mezhebin propagandasını yapmaktan öteye geçememiştir geçtiğimiz süreçte. Oradan çok iyi Vahhabiler çıkıyor sadece en hafif ifadesiyle.

Sonra Pakistan’da İslâm Kalkınma Örgütü’nün, İslâm Konferansı Örgütü’nün de destek verdiği bir üniversite var. Ama Pakistan ve Afganistan, son yıllarda yaşanan siyasîve sosyal bir takım dramlar ve ihmaller sebebiyle gelişmekten çok uzak ve sıkıntılı bir sürece girdi ve oralardan yetişecek ve dünyanın yeni ufuklara taşınmasına katkı sağlayabilecek İslâm âlimi çıkması pek mümkün görünmüyor. Bugüne kadar iyi dönemler geçirdi İslamabad’daki İslam Üniversitesi.

Bir benzeri Malezya’da kuruldu. Malezya’daki de son yıllarda irtifa kaybetti. Bir zamanlar Türkiye’den ve dünyanın her yerinden hocalar gitmişti. Hakikaten çok popüler bir üniversite haline gelmişti.
İran’ın Kum kentindeki Medresetü’l-Mustafa da Medine’dekinden farklı değil, orası da bir mezhebin, Şia mezhebinin dâîlerini yetiştiren bir özelliğe sahip.

Bütün dünya gözünü dikmiş; Türkiye’den böyle bir hareket bekliyor. Dolayısıyla sivil toplumun yaptığı bu hizmetler çok anlamlı. Belki Diyanet Vakfı’nın kurduğu İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nin Uluslar arası İslâm ve Din Bilimleri Fakültesi böyle bir şeye aday olabilir.

Neticede ben Türkiye’deki İslamî gelişimi, bilgi gelişimini olumlu, ama yeterli görmüyorum. Burada en büyük eksikliğimiz dil konusudur. Yani Arapça ve İngilizce konusundaki yayın noktasına ulaşamamış olan birikim eksiğimizdir. İnşallah İSAR ve benzerleri bu çıtayı yükseltirler. Ve bizim Türkiye’de yeni üretilen fikirlerimiz, ilmî verilerimiz değil sadece İslâm dünyasında, tüm dünyada paylaşılır hale gelir.

ACK: İnşaallah. Hocam İSAR’daki seminer programlarımıza katılan hemen hemen her alana mensup ve çeşitli öğrenim kademelerinde öğrenci kardeşlerimiz var. Bunlara neler tavsiye etmek istersiniz?

HKY: İlimle meşgul olmak bence bir ayrıcalıktır. İbn Ataullah İskenderî’nin çok güzel bir sözü var. Diyor ki İbn Ataullah “Bir kimse Allah nezdindeki yerini öğrenmek istiyorsa, O’nun kendisini hangi işte istihdam ettiğine baksın.” Şimdi İslâmî ilimlerle meşgul olmak, Allah’a giden yolda insanlara ufuk açacak bir bilgi birikimini donanmak, kuşanmak ve bunu insanlığa takdim etmek demektir. Bu bence çok önemli bir şey. Ama mahza ilim, ilim için ilim, hani Servet-i Fünun edebiyatındaki sanat sanat içindir anlayışı gibi ilim için ilim bence yeterli değildir. Genç akademisyen, genç araştırmacı arkadaşlarımız mutlaka ilimlerini amelle, amel-i salihle, ibadet ve takvayla buluşturmalılar, hilimle buluşturmalılar ve bunu sağlayacakları ortamlardan uzak durmamalılar. Yani camiden, cemaatten, halkın içinden kopmamalılar. Bugün belki İslâm dünyasındaki ulemanın en büyük problemi camiden kopuk hale gelmesidir. Bizim ilahiyat fakültesindeki hocalarımızın birçokları cumanın dışındaki zamanlarda namaz vakitlerini camilerde kılmadıkları, cami cemaatine sohbet etmedikleri, onlara ders vermedikleri için cami cemaati tarafından tanınmıyor. Hangi hocamızın cemaatle birlikte dersi, ders halkası veya onlarla birlikte oturup kalktığı zamanları ve günleri var? Mesela Mısır’da benim çok hoşuma gitmişti, akademisyen hocaefendiler cuma günlerinde halka hutbe okuyorlar, vaaz ediyorlar, halkın arasında bulunuyorlar, yani halka mal oluyor bu insanlar, halk da onlara sokuluyor, sözlerini sohbetlerini dinliyor.

ACK: Keza Suriye’deki cami dersleri…

HKY: Suriye’de aynı cami dersleri. Aslında o bizim eski bir geleneğimiz. Osmanlılarda da öyleydi. Dersiamlar, bütün medrese muallimleri halkın içindeydiler. O halkın içindeki sorular, cevaplar, tepkiler, lehte ve aleyhte oluşan kanaaetler olgunlaştırıyor insanı. Hem zihnen olgunlaştırıyor, hem kalben olgunlaştırıyor, hem muamele olarak olgunlaştırıyor. Sırça sarayda oturup ilmî tetebbuatla meşgul olarak oradan ürettiğimiz şeyler ayağı yere basmayan şeyler oluyor. Yani ayağı yere basan şeyi üretmek istiyorsak mutlaka halkın içinde olmalıyız. Halkı dinlemeliyiz. Yani ekonomi çalışan bir adam pazara girmemişse, AVM’ye gitmemişse, alışveriş merkezlerinde insanlar neyle meşgul, ne alıp ne satarlar bundan haberi yoksa, söyleyeceği şeyler havada uçuşacaktır. Banka finans kurumlarını bilmeden ekonomi adına söz söylemek teorik olacaktır. Dolayısıyla ben bu âlim adayı olan arkadaşlarımızın hayatın içinde olmalarını, halkın içinde olmalarını, mabede yakın durmalarını, camiden cemaatten kopmamalarını çok önemsiyorum. Düzgün bir ibadet hayatı mutlaka olsun. Düzgün bir ibadet hayatı olmayan bir âlimin feyizli olması, yazdığında bir feyiz, söylediğinde feyiz olması mümkün değildir. Biz bunlara inanıyoruz, sözde bir feyiz vardır. Sözün bir gücü vardır. Bu güç söyleyenin ihlasıyla, takvasıyla alakalıdır. Yazının bir gücü vardır. Yazarının ahlâkı, ihlası ve takvası oraya sinmiştir. O enerji orada temerküz etmiştir. Okurken cümleler aynı ama farklı şey söylüyor diye hissedersiniz. Yani biz his tarafını, duygu tarafını, işin kalbî tarafını ihmal etmemeliyiz diye düşünüyorum. Bu güne kadar bu tarafı ihmal ettik. Yani biz bilgiyi çok kutsadık. Mutlak bilgi kutsanamaz. Bilgi önemlidir, ama mutlaka onun ibadetle, takvayla, ahlâkla buluşması takdirinde güzeldir. Şeytan da çok âlimdi diye halk arasında bir deyim vardır. Yani o yeterli değildir. Yani âlimliğini salah ile takva ile buluşturan, hilimle buluşturan âlim olmalarını önemsiyorum. Sizin yüreğinizden söylediğinize ne sinmişse o kalıyor. Hani Mevlana: “Benim kabrim ârif insanların gönülleridir” diyor ya. Yani gönle inecek, gönle işleyecek söz söylemişseniz, iş üretmişseniz o oralarda iz bırakıyor ve yaşamaya devam ediyor. Değilse kitapların sayfaları arasında kaybolup gidiyor. Yazdıklarınız bazen kağıt israfı oluyor. İnsanlığa hizmet edecek şeyler üretmek lazım. Kimi zaman tek kişinin işine yarayacak bir iş de yapmak gerekebilir, ama hayatı onunla geçirmemek lazım. Daha çok toplumu önemsemeli, hizmeti önemsemelidir ve insanları dönüştürecek şeyleri üretmek lazım diye düşünüyorum.

ACK: Hocam yoğun meşguliyetleriniz arasında bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.

HKY: Estağfirullah efendim.

ACK: Son bir sözünüz varsa sözü size bırakmak istiyorum.

HKY: Ben arkadaşlarımıza Âzeri tâbiriyle: “Uğurlar arzulirem”. Allah Teâlâ kendilerine başarılar ihsan etsin. Yolları uzun ve zorlu bir yol. Bu yol ilim yolu. Ama çok zevkli, hazlı bir iştir. O ilmin hazzını tattıktan sonra inşallah güzel şeyler yapacaklardır. Cenab-ı Hak ellerinden, dillerinden ve gönüllerinden ümmet-i Muhammedi istifade ettirsin diye dua ediyorum aziz kardeşlerime.