Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

HOŞGÖRÜ MUALLİM VE MÜRŞİDİ: MEVLÂNÂ

Hoşgörü, bizim kültürümüzün ve değerlerimizin bir parçasıdır. Beraber yaşama, başkalarına tahammül etme anlayışının en iyi motifi hoşgörüdür. Hoşgörü bir gönül işidir. İnsan gönlünün Yaradandan ötürü yaradılanı hoş görmesi yüksek bir karakterdir. Söz olarak hoşgörüden bahsetmek kolaydır. Ama öz olarak hoşgörüyü yaşamak ve yaşatmak ayrı bir fedâkarlık, ferâgat ve gönül terbiyesi ister.

İnsanlar ahlâkî erdemleri nazarî ve teorik olarak kitaplardan değil fazîlet ve erdem sahibi insanlardan öğrenirler. Hoşgörü bu türden kitaptan öğrenilen bir fazîlet ve erdem değil, bizzat yaşanılan erdemdir. Mevlânâ’nın büyüklüğü belki de buradadır. Sevgiyi, aşkı, hoşgörüyü ve gönül îmârını eserlerinin temel motifi kılan bir insan olarak o, hayâtında bu vasıfların en güzel örneklerini sergilemiştir.

Türkçede güzel bir söz var: “Salâh olmadan ıslâh olmaz, reşâd olmadan irşâd olmaz” derler. Yâni başkalarını ıslâh çabasına girecek olanın önce kendisinin salâh bulması, başkalarını irşâd edecek olanın da önce kendisinin doğru yolda bulunması gerekir. Uyuyanın uyuyanı uyandırması nasıl mümkün değilse gönlü aydınlanmamış insanın bir başka gönlü aydınlatması düşünülemez. Aynı şey bütün ahlâkî erdemler ve hoşgörü için de geçerlidir. Nitekim ayın dünyaya ışık vermesi bile güneşten aldığı ziyâya bağlıdır.

Mevlânâ hoşgörü ve sevgi muallimliğini Allah Rasûlü’nden tevârüs etmiştir. Onun şefkat mektebinin sâdık bir talebesidir. Allah Rasûlü âlem-şümûl mânâda yüksek bir hoşgörüye sahipti. Onun anlayışına göre hoşgörü ve iyilik herkesi kuşatmalıydı. Nitekim Allah Rasûlü buyururdu:

“Size iyilik yapana iyilik yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet kötülük yapana da iyilik yapabilmektir.”[1]

Merhametiniz bütün mahlûkata şamil olmadıkça cennete giremezsiniz.[2]

Allah Rasûlü insanlara karşı “kavl-i leyin/yumuşak söz” ile konuşurdu. Çünkü Kur’an onun bu özelliği sebebiyle insanların dağılmayıp etrafında toplandığını haber vermektedir.[3] Allah Teâlâ Firavun’a gönderdiği Mûsa ve Hârun’a da şöyle buyurmuştu:

“Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona kavl-i leyin/yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya çekinir.”[4]

Mevlânâ bu nebevî anlayışla kime ve nasıl tepki verileceğini bilen, eliyle, diliyle kimseyi incitmeyendi. Nitekim Yûnus da aynı yolun yolcusuydu. O derdi ki:

Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek,

Sen derviş olamazsın.

Mevlânâ hoşgörü ve hilm dünyasının insanıydı. İnanan inanmayan herkese hoşgörü nazarıyla bakardı. İnsanların birbirlerini hoş görmesini; kavgasız, güzellik içinde yaşamasını isterdi. Bunun için de aşkı, hoşgörüyü ve hilmi hayâtın merkezine yerleştirmişti. Çünkü temelinde aşk ve sevgi olan bir insanlık anlayışı bütün soğuklukları ısıtır, bütün karanlıkları ışıtır, uzakları yakın eder, duyguları derinleştirir, sözleri anlamlı kılar, varlık âlemindeki her varlığa şefkat, merhamet ve ibret nazarıyla bakmayı sağlardı. Nitekim bu konu ile ilgili Hz. Mevlânâ der ki:

Aşkının uğrunda yırtsan gömleği,

Hırsta kalmaz bil ki gönlün isteği.

Şâd olup kal! Sevdamız hoş aşkımız,

Derde dermân, senle bitmiş kaygımız!

Hem azamet, kibrimiz, nâmusumuz;

Sensin Eflâtun’u Calinus’umuz.

Toprak insan, aşkla göklerden geçer,

Aşk yüzünden, Tûr ki coşmuş raks eder.

Tûr’a baskın aşktı, elbet aşktı nûr,

Düştü Mûsa, mest olup geçti Tûr.[5]

Cümle mâşuktur ve âşık örtüsü,

Canlı canandır ve âşıktır ölü.

Aşkta sabrı bulmamış sersem kişi,

Bir kanatsız kuştur artık, vâh işi![6]

Âşık/seven derdli insandır. Onun gönlünde kendi derdi değil başkalarının derdi vardır. Mümin, yüreğinde derd taşıyan, başkalarının derdiyle derdlenen ve Rabb’ının nimetlerini başkalarıyla paylaşandır.

Mevlânâ’ya göre insan olmanın yolu önce Hakk’a kul olmak ve nefsin kulluğundan kurtulmaktır. Çünkü nefs ve hevânın kulluğunu aşamamış insanın Hakk’a gerçek mânâda kul olması mümkün değildir. İnsan, gönlü itibâriyle Hakk’a kul olduktan sonra her insanı potansiyel Müslüman olarak görür ve ona asla hor bakmaz. Nitekim Mevlânâ der ki:

Hiçbir kâfire hor bakmayın

Çünkü Müslüman olarak ölebilir.[7]

Onun bu anlayışı Nebevî telakkîye uygundu. Nitekim Tâif’te kendisini taşlayan müşriklerin helâk edilmeleri için dağlar meleğinin emir beklediğini söyleyen Cebrâil’e Allah Rasûlü de şöyle demişti:

“–Hayır ben onların helâk olmasını değil, onların soyundan inanan bir neslin gelmesini arzu ederim.”[8]

Mevlânâ’nın yaşadığı zaman zor bir zamandı. Haçlı seferlerinde sayısız Müslüman kanı döküldü. Şehirler yakıp yıkıldı. Evler, hanlar yağmalandı. İnsanlar haçlıların bu davranışları karşısında hristiyanlara ve hristiyanlığa karşı kinlendi. Fakat Hz. Mevlânâ buna rağmen hristiyan papazlarına karşı büyük bir hoşgörü ile davranmaktaydı. Fanatik haçlıların yaktıkları câmilerin henüz ateşi sönmemişti ki Hz. Mevlânâ olan her şeyi Hakk’ın tecellîsi ve hikmeti gereği görerek, hristiyanlara karşı öfke ve intikâm ateşi taşımıyordu. Hatta onun cenâzesinde Müslümanlar kadar diğer din mensûplarının varlığı da onun bu tavrını teyid etmektedir.

Doğudan gelen Moğul istîlâsına karşı da Mevlânâ’nın büyük bir hoşgörü ile davrandığını; onları geleceğin potansiyel Müslümanları olarak gördüğünü müşâhede ediyoruz.[9]

Hz. Mevlânâ insan olarak herkesin ve her insanın dostuydu. Hatta o: “Ben yetmiş iki millet ile beraberim” derdi. Onun bu sözünü duyan Konyalı Sirâceddîn isimli garazkâr bir adam hiddetlendi: “Mevlânâ bu sözü nasıl söyler?” diye muâheze etmeye başladı ve bir adam gönderip Hz. Mevlânâ’dan bu sözü gerçekten söyleyip söylemediğini tetkîk ettirmek istedi. Gönderdiği adama: “Eğer bu sözü söylediğini kabul ederse ona hakâret et!” dedi. Adam bu sözün Mevlânâ tarafından söylendiği ikrârını kendisinden alınca hakâret etmeye başladı. Hz. Mevlânâ:

“–Bütün bu söylediğin hakâretlere rağmen ben seninle de beraberim” dedi.

Mevlânâ’nın talebeleri arasında işçi, hamal, esnaf pek çok halktan ve toplumun aşağı tabakalarından insanlar vardı. Bazıları onun talebelerinin böyle vasıfsız, hatta bir takım kusur ve günahlara bulaşmış insanlardan olmasını dedikodu konusu yapmışlardı. O ise onlara şu cevabı veriyordu:

“–Eğer talebelerim bana ihtiyâcı olan kimseler olmasalardı, benim onlara talebe olmam gerekirdi. Bana ihtiyaçları olduğu için talebeliğe kabul ettim. İstedim ki değişsinler, dönüşsünler ve iyi insanlar olsunlar.”

Mekke müşrikleri de Allah Rasûlü’nün etrafında bulunan fakîr, vasıfsız ashâb-ı suffayı küçümseyerek Allah Rasûlü’nün onlarla kendilerinden daha fazla meşgûl olmasından rahatsız olmuşlardı da Allah, Rasûlü’nün dikkatini şöyle çekmişti: “Sabah akşam rızâsını dileyerek Rablarına duâ ve ibâdette bulunanları yanından kovma!”[10]

Mevlânâ bütün yaratılmışları özellikle insanları insan olarak eşit görür, statüleri sebebiyle farklı muâmele yapılmasından hoşlanmaz, insanlara bugünkü anlamıyla “empati” ile yaklaşılmasını isterdi. Nitekim bir gün evine vardığında kızını hizmetçisini azarlarken gördü. Ona şu sözlerle çıkıştı: “Bu kızcağızı niye azarlayıp incitiyorsun? O hanım, sen hizmetçi olsaydın, böyle muâmele yapılmasını ister miydin? O senin kardeşindir.” Mevlânâ’nın kızı hatasını anlayıp hizmetçisinden afv diledi.[11]

Peygamber Efendimiz de insânî ilişkilerde: “Kendin için istediğini başkaları için de istemedikçe kâmil mümin olamazsın”[12] buyurarak empatiyi emretmiştir.

Mevlânâ günaha batmış insanların günahları sebebiyle rencide edilmelerinden hoşlanmazdı. Nitekim bir gün semâ meclisinde bir sarhoş kendinden geçmiş bir halde semâa katıldı. Semâ esnâsında sarhoşluğun tesiriyle yalpa yapıyor, sağa sola çarpıyordu. Semâ edenler onu itip kakarak azarlayınca Mevlânâ incindi ve onlara şunları söyledi:

“–A dostlar, şarabı o içmiş siz sarhoş olmuşsunuz. Adamı ne diye azarlayıp duruyorsunuz?”

Asr-ı Saâdette de içki yasağına rağmen onu terk edemeyen biri vardı. Hakkında birkaç defa had cezâsı tatbîk edilince bazıları: “Allah belâsını versin, uslanmayacak!” türü sözler sarf ettiler. Allah Rasûlü buyurdu ki:

“–Öyle lânet etmeyin. Ben biliyorum ki o, Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyor.”[13]

Mevlânâ çocuk, kadın, yaşlı, genç herkese sevgi gösterir, hoşgörü ve şefkatle davranırdı. Konya’da bir mahalleden geçerken çocuklar yanına geldiler. Ona saygı gösterdiler. Mevlânâ da onlarla selamlaştı. Uzakta kalan bir çocuk “ben de geliyorum” diye bağırınca Hz. Mevlânâ o yavrucak gelinceye kadar bekledi. Onu da selamlayıp başını okşadı. Çünkü bu davranış Nebevî bir tavırdı. Allah Rasulü de çocukları böyle sever, şefkatle kucaklar, onlarla konuşurken çömelerek göz hizalarına gelmeye özen gösterir, onları öper ve şakalaşırdı.[14]

Mevlânâ’nın şefkat ve merhameti bütün canlılara şâmildi. Nitekim Sivaslı Nefîsüddîn şöyle anlatıyor: Mevlânâ bana iki dirhemlik çörek aldırdı. Bunları bir mendile sararak, bir harâbe içinde yavrulamış köpeğe ve yavrularına götürdü: “Yedi gün yedi gecedir bu zavallı köpek bir şey yememiş, yavruları sebebiyle buradan ayrılamamıştır” dedi. Allah Rasûlü de Mekke fethi sırasında yolda yavrularıyla gördüğü bir köpeği, asker ve hayvanlar zarar vermesin diye koruma altına aldırmıştı.[15]

Mevlânâ hayvanlara kötü muâmele edilmesinden hoşlanmazdı. Nitekim bindiği merkebin anırmasına kızan Şihâbeddin Gûyende’nin hayvanına şiddetle vurduğunu gören Mevlânâ dedi ki:

“–Bu hayvan seni taşımaktadır. Sen binici o taşıyıcı olduğu için onu sevip okşayacağına dövüyorsun. Allah göstermesin tersi olsaydı ne yapacaktın?” Allah Rasûlü de bir gün ensârdan birinin bahçesine vardı. Orada bulunan deve Rasûlullâh’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Allah Rasûlü hayvanın yanına gidip başını okşadı, devenin iniltisi kesildi. Sonra Rasûlullah bahçe sâhibini arayıp buldu ve adama buyurdu ki: “Şu hayvanı sana veren Allah’tan korkmuyor musun? Bu hayvan senin onu dövüp işkence ettiğinden şikâyet etti.”[16]

Görüldüğü gibi Hz. Mevlânâ Hz. Peygamberin yolundan giderek insanca yaşamanın, insana yaraşır davranışlardan geçtiğini, kusurları ve kasıtsız yanlışları affetmekle birlikte ham ve hoyrat tavırların düzeltilmesi gerektiğini tâlim eden vâris-i nebî bir mürşid tavrındadır.

Hoşgörünün temeli sevgi, sevginin temeli merhamet, onun temeli de güçlü bir îmândır. Gerek Peygamberimiz’in hayâtından gerekse Mevlânâ’nın hayâtından sunduğumuz kısa kesitler bu gerçeği ortaya koymaktadır.

[1] Tirmizi, Birr, 63.

[2] Hâkim, Müstedrek, IV, 185.

[3] Âl-i İmrân, 3/159.

[4] Tâhâ, 20/43-44.

[5] Mesnevî, Nazmen tercüme: Ahmet Metin Şahin, c. I, b. 22-26.

[6] Aynı eser, c. I, b. 30-31.

[7] Şefik Can, Mevlânâ, s. 109.

[8] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 353.

[9] Bkz. Gölpınarlı, Dîvân-ı Kebîr, V, 180, b. 2040-41.

[10] el-En’am, 6/52.

[11] Menâkıbu’l-ârifîn, I, 438.

[12] Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn Mâce, Zühd, 24.

[13] Buhârî, Hudûd, 5.

[14] Bkz. Buhârî, İsti’zân 15, Edeb, 22; Müslîm, Selâm, 15.

[15] Vâkıdî, II, 804.

[16] Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549.