Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Hamdun Kassar – Kddise Sirruh

Altınoluk Dergisi, 1988 – Nisan, Sayı: 026, Sayfa: 029

Adı Hamdun b.Ahmed b.Ammar, Ebü Turab en-Nahşebî ve Ali en-Nisaburî. Horasan şeyhlerinin ulularından. Melamet (1) fikrinin kurucularından. Selem b. Hasan el-Barusî, Ebu Turab en-Nahşebî ve Ali en-Nasrabazî’nin sohbetlerine katıldı. Hadis ilmiyle meşgul oldu. Ateşîn bir vaiz olmasına rağmen vaaz etmezdi. Fıkıhda Süfyan Sevrî mezhebindeydi. 271/884 yılında Nisabur’da öldü ve oraya defnedildi.

Melamet yolunu tuttuğu için daima nefsiyle uğraşırdı. “Benim nefsim, Fir’avn’in nefsinden beter” derdi. Nefsini Fir’avn’den üstün görenlerin büyüklük tasladığını söylerdi. Nefsin izzeti olmaz, izzet-i nefs dediğimiz şey, dünyadan ve halkın bize bağlanmasını, itibar göstermesini istemekten başka bir şey değildir, derdi. Fakirin güzelliği tevazuundadır. Tevazusu olmayan fakirin kibirli zenginden ne farkı olabilir ki.

Kendine aid bir şeyin gizli kalmasını isteyen kimseye başkasına aid şeyleri de ifşa etmemeyi öğütlerdi.

Bir sarhoş gördüğün zaman nefsine dön ki, aleyhinde bulunup seni onun gibi günaha sokmasın, derdi.

Arkadaş ve dost arayana tasavvuf ehlini tavsiye ederdi. Çünkü onlar senin bir iyiliğini görünce şımartıp göklere çıkarmazlar, kötülüğünü görünce de yerip yerin dibine sokmazlar. İlim yolunda şaşıran alimlere de hemen Allah dostlarına koşmayı tavsiye ederdi. Ama onlara giderken nefslerini yok bilmeyi, kendilerine varlık vermemeyi, cehaletlerini itiraf etmeyi öğütlerdi.

Sordular:

– Geçmişteki büyüklerin sözleri bizim sözlerimizden daha etkiliydi. Sebebi ne olabilir?

Şu karşılığı verdi:

– Çünkü onlar, din için, Allah için çalışırlardı. Sözleri ve işleri dini ihya etmeğe yönelikti. Hakk Teala’nın muradına uygun söz söyleyen ve Hakk ile konuşan kimselerin sözlerinde ruhlar üzerinde tesir eden sırlar vardır. Biz ise nefsin maksadına uygun söz söylüyoruz. Nefsin maksadına uygun söz söyleyenin sözünde bir aşağılık ve bayağılık vardır, bu yüzden etkisi olmaz.Talebesi Abdullah b. Münazil kendisinden nasihat isteyince şöyle söyledi “Gücün yettiği sürece dünyevî bir şeye kızmamaya gayret et!”

Hak- hukuk kavramlarına özel bir itina gösterirdi. Vefat anında baş uçunda bulunduğu bir dostu ruhunu teslim edince hemen lambayı söndürmüş ve “Böyle zamanda ışık karartılmaz aydınlatılır” diyenlere:

– Şu ana kadar lamba onundu. Ama şu andan itibaren varislerinindir, onların rızası olmadan yakmak caiz değildir, karşılığını verdi.

Yine bir gün bir evde misafir olmuştu. Hane sahibi evde yoktu. Kendisine kağıt lazım oldu. Çocukları hemen bir kağıt parçası bulup getirdiler. O bunu almadı ve:

– Sahibinin sağ olup olmadığını, bunu vermeğe rızasının bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Nasıl kullanabiliriz ki, dedi.

Halka asla vaaz etmekten hoşlanmazdı. Kendisinden ısrarla vaaz etmesini isteyenlere şunları söyledi:

“Benim vaaz etmem caiz değil, çünkü benim kalbim dünya ve makam sevgisiyle dolu. Sözüm tesir etmez. Tesir etmeyecek sözü söylemek ise ilimle alay etmektir, şeriati hafife almaktır. Vaaz, susması din adına vebal olanların yapacağı iştir. Bir sözü başka biri söyleyecek ve bu maksada kafi gelecekse, ilim diye aynı şeyden söz etmek doğru olmaz. “Bu sözü söylemek üzerime farz oldu ve ben buna selahiyetliyim,” kanaatine varmayanın söz söylemesi, vaaz etmesi caiz değildir.

Hal ehli olanların halden bahsetmediğini söylerdi. Yalnızken sahip olduğun halin, halk içinde sahip bulunduğun hal ve hareketten daha iyi olmalıdır, derdi.

Cömertlik ve cimriliğin sınırını şöyle çizerdi: “Bir mülkü bulunduğuna kani olan cimridir. Cömertlikten başka güzel huy, cimrilikten kötü bir huy bilmiyorum.

Fakirliğe aldırmaz, zenginliğe değer vermezdi. Hatta ölüm döşeğinde çocukları için vasiyet istendiğinde:

– Çocuklarım hakkında fakirlikten çok, zenginlikten korkuyorum, dedi.

Melametten soranlara şöyle anlattı:

– Bu yol hem zor, hem de halka kapalıdır. Melamet, Mürcie kadar, Allah’tan ümidvar olmak, Mu’tezile kadar Allah’dan kokmaktır. Allah’tan ümid ve korku üzere bulunmak bunların en bariz özelliğidir. Hatta İslam fırkaları arasında bu özelliğiyle tanınlardan daha ileridedirler. Çünkü bunlardan Mu’tezile sadece korkuyu, Mürcie de sadece ümidi esas almıştır. Melametîler ise ikisini de.

Dostların arasını açan dünya sevgisiydi ona göre. Bu yüzden bir fazilet, bir manevî hal görülen kimseleri devamlı ziyaret etmeyi onlardan ayrılmamayı tavsiye ederdi.

İnsanın insandan yardım istemesin! mahkumun mahkumdan meded ummasına benzetirdi. Alimlerle arkadaş olmayı, cahillere sabır ve tahammül göstermeyi tavsiye ederdi.

Gafleti şöyle tanımlardı: “Kulun Rabbının işini bırakıp nefsinin idaresine düşmesidir. Dünya için süslenen, kendisine bir fayda ve zarar ulaştırmaya kaadir olamayan kimselere gösteriş yapandan daha bayağı kimse bulunamaz. Dünyayı gözünde küçültmezsen ehl-i dünya gözünde küçülmez. Kişi gücü yettiği kadar nefsinin kusurlarım görmeye çalışırsa kendini beğenme belasından kurtulur.

Bir gün sordular:

– Kimlere alim dersiniz? şöyle cevap verdi:

– Amel etmek için ilim peşinde koşan, fikirlerine değer verilen, selef-i salihinin yaşayışını benimseyen, kitap ve sünete bağlı, libasları huşu, süsleri vera’ ve takva, sözleri zikr-i ilahî ya da emr-i bil-ma’ruf nehy ani’l-münker, susmaları Halik Tealanın nimetlerini tefekkür olanlardır. Bunlar halka çokça nasihat verirler, halkın ayıplarını yüzlerine vurmazlar, masivadan yüz çevirirler, ahiret işlerine düşkündürler.

Adamın biri kendisine hakaret etmeye kalkışınca:

– Sen ne kadar kötü sıfatlar saysan, ben onların hepsinden daha kötüyüm, binaenaleyh bu sözlerinle bana hakaret etmiş olmuyorsun, cevabım vererek susturmuştu.

Onun anlayışına göre selef-i salihînin güzel ahlakına bakmak, insanın kendi kusurunu anlaması ve manevî makamlardan ne kadar gerilerde bulunduğunu farketmesi bakımından yeterliydi.

Nefehat müellifi diyor ki, Melamet fikrinin sahibi olan bu zat, son derece takva ehliydi. Bugün kendilerine melami diyen bir grup var ki, ne abdest ne namaz. Hatta haramları bile helal sayıyorlar. Bunların gerçek melametle ne ilgileri var ki? Gerçek melamet, kişinin nefsini levmetmesi, kınamasıdır. Kendini kulluğa hazırlamasıdır.

Bir gün fütüvvet ehli bir gence rastladı ve ona “Fütüvvet nedir?” diye sordu. Genç şu karşılığı verdi:

– Benim için fütüvvet, kaftanı çıkarıp yün hırka giyerek sûfiler gibi hareket etmek, sırtımdaki hırka sebebiyle halktan utanarak günah işlemekten sakınmam ve şeriati korumamdır. Senin açından ise: Halka aldırmaman ve onların değerlendirmelerinin etkisinde kalmaman için hırkayı çıkarman derinden ve gönülden Hakk ile beraber olmanın gereğini korumandır.

– Kulluk nedir? diye soranlara:

– Kulun Hakk’a tapması, başkalarının da kendisine tapmasını istememesidir, diye cevap verdi.

Onun anlayışına göre tevekkül, Allah Tealaya güvendir, İkibin akçe borcu olan kimsenin elinde avucunda bir şey bulunmasa da bu borcu ödeme konusunda Allah’tan ümidvar olmasıdır.

Onun anlayışına göre, dünya meşgaleleri kendisini ahiretten alıkoyan kimse ya dünyada, ya ahırette mutlaka hor duruma düşerdi. Çünkü dünya insanı abid etmezdi. – Rahmetullahi aleyh-

1) Melamet: Kınamayı nefsine çevirip en günahkar ve isyankar olarak nefsini görmek, şeklinde ifade edilen tasavvufi Anlayış. Bu fikrin ilk banisi olarak kabul edilen Hamdun el-Kassar’dır. Geniş bilgi için bkz. Ebu Abdurrahman es-Sülemî. Usülü’l-melametiyye (nşr.Abdülfettah Ahmed el-Favı), Kahire 1985, Ebü’l-Ala el-Afîfi, el-Melametiyye, Kahire 1945.

 

KAYNAKLAR: Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye, 123-129; Hilyetü’l-evliya. X, 231-232 ; Sıfatü’s-Safve, IV, 122-123 Kuşeyrî, er-Risale, l, 114-115 ; Keşfu’l Mahcub, l. 337-338; Ça’ranî, et-Tabakatü’l-Kübra. l, 71; Nefehatü’l-Üns (trc. Lamiî Çelebi), 113-114; Münavî, el-Kevakibü’d-düriyye, l, 220-221; Tezkiretü’l-evliya, 401-404; Siyeru A’lami’n-nübela, XIII, 50-51.