Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Gönülden Vahye Kulak Ver

Altınoluk Dergisi, 2009 – Temmuz, Sayı: 281, Sayfa: 011

Hz. Mûsâ (a.s.) ülü’l-azm peygamberlerdendir. Kendisine Tevrat gibi büyük bir kitap indirilmiş ve “Kelîm” unvânı verilmiştir. “Kelîm” ilâhî kelâma muhâtab; Allah ile konuşan demektir. Kur’an’ın haber verdiğine göre peygamberler içinde bu özelliğe eren ve bu sıfatla anılan sâdece Mûsâ (a.s.)’dır. Nitekim Kur’an’da Îsâ (a.s.) Rûhullah, İbrâhim (a.s.) Halîlullah diye anılır.

Kur’an’da bildirildiğine göre Hz. Mûsâ (a.s.)’nın bir ateş şeklinde gördüğü ilâhî tecellî nûru, yanına vardığı zaman ona şöyle nidâ etmişti:

Yâ Mûsâ! Ben senin Rabbınım. Naleynini/ayakkabılarını çıkar. Sen Tuvâ mukaddes vâdisindesin. Ben seni seçtim. Şimdi sen vahyedilene kulak ver:

• Muhakkak Ben, Benden başka tanrı bulunmayan Allah’ım,

• Bana kulluk et; Beni zikretmek için namaz kıl,

• Kıyâmet saati mutlaka gelecektir. Her nefis peşinde koştuğunun karşılığını bulsun diye Ben kıyâmeti neredeyse gizli tutuyorum. Kıyâmete inanmayıp nefislerinin hevâsı peşinde koşanlar sakın seni aldatmasın, yoksa helâk olursun.”1

Kur’an’ın naklettiği bu haberi iki bölüm hâlinde değerlendirmek mümkündür.

1- Vahye hazırlık safhası,

2- İlâhî emirler kısmı.

Birinci kısımda ülü’l-azm bir peygamberin vahyi gönülden telakkî etmek üzre Allah tarafından nasıl hazırlandığına dikkat çekilmektedir.

Bilindiği gibi Mûsâ (a.s.) Şuayb (a.s.)’ın kızı Safurya ile evlendikten sonra eşiyle birlikte Medyen’den Mısır’a doğru annesini ve kardeşi Hârun’u ziyâret için yolculuğa çıktı. Meşakkatli bir yolculuğun ardından nûrânî bir ışık gördü ve o ışığın yanına geldikten sonra kendisine ilâhî hitâb vârid oldu. Bu hitâbın ilk kısmında Hz. Mûsâ şu lâfızlarla safha safha vahye hazırlanmaktaydı.

a- Ey Mûsâ! Ben senin Rabbınım.

b- Nalinlerini çıkar.

c- Tuvâ mukaddes vâdisindesin.

d- Ben seni seçtim.

e- Şimdi sen vahyedilene kulak ver.

Son derece sarsıcı bu ilâhî hitâbın amacı Mûsâ (a.s.) üzerinde etkileyici ve toparlayıcı bir tesir meydana getirerek ilâhî mesajı ten kulağıyla değil, can kulağıyla; basarla değil basîretle ve gönülden dinleyip algılamasını sağlamaktı. Çünkü iyi algılamanın ve anlamanın yolu iyi dinleyip kulak vermekten; dikkati teksîf etmekten geçer.

Benzer hitâbın Hz. Peygamber (s.a.) için de sözkonusu olduğunu görüyoruz. Allah Teâlâ ona ağır bir yük yükleyeceğini, bunun için gece ibâdetine devam etmesi gerektiğini bildirmektedir.2 Çünkü geceleyin insanın dikkati dıştan içe yönelir. Kalb ve zihin açılır, alıcılar daha iyi çalışır, hem peygamberlere vahiy hem şâir ve mütefekkirlere ilhâm genellikle gecenin karanlığında gelir. Kur’an buna işâret etmektedir.3

Ayrıca Allah Peygamberi­miz’i vahyi çabuk alıp ez­berlemek için dilini oynat­maktan sakındırarak dik­katini dağıtmamasını; himmetini vahyedilene teksif etmesini emretmektedir.4

Peygamberlerinden bunu isteyen Allah, elbette diğer kullarından da aynı hassâsiyeti bekler. Nitekim bir âyette: “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin ve susun ki rahmete nâil olasınız” buyrulur.5

İnsan kalbinin iç yoğunluğu dış organlardan ulaşan uyarılarla azalmakta; dikkat dağılmaktadır. Bu yüzden Allah Teâlâ peygamberlerini böyle bir hazırlık safhasından ve dikkat çekici hitab ve uyarılardan sonra vahye muhâtab kılmaktadır.

– Niye nalinlerini çıkar?

– Çünkü huzûr-i ilâhîye, üzerinde bir takım necâsetin bulaşmış olması ihtimâli olan ayakkabılarla çıkmamak için.

– Ya da nalinlerin yapıldığı maddelerin temizliği endişesinden korunmak için.

– En çarpıcı yorum bu iki nalinden murâdın iki âlem olduğudur. O iki âlem dünyâ ve ukbâdır. Çünkü iki âlemden geçmeden; onları gönülden çıkarmadan, tarafından peygamber olarak seçildiği ve O’ndan başka Tanrı bulunmayan Allah’a mülâkî olmak mümkün olmadığı gibi gönülden vahyi algılamak da mümkün değildir.

İkinci kısımda Allah Teâlâ bütün ilâhî dinlerin ortak vasıfları olan emirleri sıralamaktadır:

a- Tevhîd inancı,

b- İbâdet/kulluk ve Allah zikri için namaz,

c- Her şeyin karşılığının görüleceği kıyâmet ve âhiret.

a- Tevhîd ilkesi ilâhî dinlerin temelini oluşturur. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.)’e bütün dinler ve peygamberleri, insanları bu gerçeğe dâvet etmişlerdir. İnsanoğlu yaratılış mayasına zerkedilen bu duygu sebebiyle mutlaka bir şeylere kul olmak ve üstün bir kudrete sığınmak ihtiyâcındadır. Bu yüzden Allah’a kulluğa erememiş insanlar ya nefislerinin hevâsına ya da kendilerinin uydurduğu sanal tanrılara yönelmektedirler.

b- Tevhîd inancının ardından Hakk’a kulluğa sıra gelir. Kulluk abd ile Rabb arasındaki en yüksek düzeydeki ilişkidir. Çünkü Allah insanların ruhlarından bu mânâda bir ahid almış ve ruhlar kendilerine sorulan: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” ilâhî sorusuna: “Evet”6 diye cevap verdikten sonra bu Rabb-abd muâhadesi başlamıştır. Böyle bir muâhade insanoğlunun sorumluluğunu arttırmaktadır.

Muâhade ve sözleşmeler ciddiye alınmak ve uygulanmak için yapılır. Dolayısıyla unutulmaması esastır. Allah Teâlâ kulları ile olan bu sözleşmeyi unutmamayı “zikir” diye adlandırmıştır. Zikir hatırlamak, unutmamak, yâdında tutmak demektir.

Allah tevhîdi itiraf tarzındaki inancın ardından kulluğu hatırlatmakta; hem kendisini hem de kendisiyle yapılan muâhadeyi unutmamaya vesîle olsun diye namaz kılmayı emretmektedir. Namazda hem zikir/hatırlama hem de Allah Teâlâ ile müvâcehe/karşı karşıya gelme ve mülâkat sıfatı vardır. Namaz sâyesinde kul Rabbı ile âdetâ konuşmakta; O’na kulluk duygularını arz ederek dünyâ ile bağlarının âriyet/geçici olduğunu itiraf etmektedir.

c- Ardından gelen âyette de kıyâmet ve hesap günü hatırlatılarak bu geçici ve fânî dünyâya aldanmamak gerektiğine vurgu yapılmaktadır. İnsan ezeliyet âleminden gelip ebediyete doğru kanat açtığı için bu dünyâdaki varlığını bir algı yanılması sonucu ebedî sanmaktadır. Öyle olunca da fânî olan şeylere gereğinden fazla bel bağlamakta, ebediyet yurdu gölgede kalmaktadır. Oysa tevhîd inancının ve ilâhî dinlerin en önemli özelliği kıyâmet ve âhirettir. Ancak insanlar kıyâmet ve âhiret inancı konusunda ciddî problemler yaşamaktadır.

Günümüzde yapılan araştırma ve anketlerde de sonuç aynıdır. Allah inancı konusunda yüzde doksanlara yaklaşan grafik, âhiret inancı konusunda yüzde altmış-yetmişlere düşmektedir. Sanırım bunda pozitivizmin etkisindeki medya araçları ve estirilen rüzgârın önemli bir tesiri vardır. Oysa Allah inancı ile âhiret inancı doğru orantılı olmalıdır. Çünkü âhiret inancı Allah inancının tabiî bir sonucudur.

İmtihân kasdıyla yaratılan insanın başıboş salıverilmiş olması, hesap kaygısından uzak bulunması akl-ı selîme uymaz. Hesap kaygısı taşımayan ve hevâsının esîri olan güçlü ve zâlim insanların târih boyu insanlığa yaptıkları ürküntü vericidir. Özünde imtihân kaygısı olan ve nihâyetinde âhiret endişesi taşıyan insanların yaşadığı toplumlar ise insanlık onurunu yükseltecek değerli işler yapmışlardır. İnsanı yönlendiren aklı, aklı da yöneten vahiy olmalıdır. Vahyin sesine kulak veren akıl tevhîde erer, kulluğa ulaşır, dünyâsını âhiret kaygısıyla yaşar.

Altta kalanın canı çıksın” düşüncesiyle düşeni ezen, parçalayan, vahşileşen insanlardan insanlık onuruna lâyık bir şey üretmeleri beklenemez. Târih boyunca insanlık vahiy iklîminden beslendiği; Allah inancı ve âhiret kaygısı taşıdığı sürece adına medeniyet denilecek değerler üretmiştir.

İnsanlık genellikle saâdet/mutluluk ile refâhı birbirine karıştırmaktadır. Refâh düzeyi yükseldikçe mutluluğun artacağı sanılır. Oysa ki durum hiç de öyle değildir. Refâh hayatı kolaylaştırsa bile insanlara mutluluk tadı vermemektedir. Bu yüzden dün de bugün de müreffeh olmayan ama mutlu olan insanlar pek çoktur. Dolayısıyla mutluluğu refâhta değil insânî ve ilâhî değerlerde, vahyin aydınlığında aramalı ve vahye gönülden kulak vermelidir.

Dipnotlar: 1) Tâhâ, 20/11-16. 2) bkz. el-Müzzemmil, 73/1-5. 3) bkz. aynı sûre, 73/6. 4) bkz. el-Kıyâme, 75/16-17. 5) el-A’râf, 7/204. 6) el-A’râf, 7/172.