Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Ahlaksız Olmaz

Altınoluk Dergisi, 2002 – Agustos, Sayı: 198, Sayfa: 011

Ahlâk, insânî ilişkilerin fazîlet esâsına göre hukuk müeyyidesi olmadan vicdânî bir kriterle düzenlenmesi işidir. Bütün dinlerin ve peygamberlerin gönderilişinin temel sebebi “ahlâkî değerleri” yükseltmek ve mekârim-i ahlâkı tamamlamaktır, denilebilir. Rabbimizin, Yüce Peygamberimizi takdim ederken kullandığı şu ifâde bunu teyîd etmektedir: “Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 68/4) Hz. Peygamber (s.a.)’in bizzat kendisi de bi’setin; yani peygamber olarak gönderilişinin sebebini şöyle açıklamaktadır: “Ben ancak mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Keşfü’l-hâfâ, I, 211, hadis: 638).

O’nun Kur’an tarafından yüceltilen ve bizzat kendisi tarafından idealize edilen ahlâkı hakkında Aişe vâlidemiz: “O’nun ahlâkı Kur’an’dı.” (Müslim, salâtü’l-müsâfirîn, 139; Müsned, VI. 54, 163) buyurmaktadır.

Ahlâk, beşeri ilişkilerde insânî ve vicdânî kıstaslarla ölçüyü korumaktır. Dînin ve toplumun fazîlet gördüğü erdemleri herhangi bir zorlamaya mahal olmadan refleks olarak yapabilmekir. İnsanlık varolduğu günden bugüne kadar bir takım ahlâkî değerlere bağlı kalarak insanca yaşamanın yollarını bulabilmiştir. Bu yüzden Kur’an’da Hz. Peygamber’in şahsında: “Affa sarıl, mârufu emret ve câhillerden yüz çevir!” (el-A’raf, 7/119) buyurularak ahlâkın mücmel fakat temel esasları anlatılmıştır. Nitekim bu âyetin tefsirinde şöyle bir rivâyet vardır. Bu âyetle kendisinden istenilenin ne olduğunu sorduğunda Cenâb-ı Peygamber’e, Cibril’in verdiği cevap karanlık geceyi aydınlatan mehtap gibidir: “Allah Teâlâ senden ziyâreti keseni ziyâret etmeni, sana vermeyene vermeni, zulmedeni de affetmeni istiyor.” (bk. İbn Kesîr Tefsîr, III, 535)

Genelde peygamberlerin ve özelde Peygamberimiz (s.a.)’in üsve-i hasene denilen model olma özellikleri, hem inanç, hem ibâdet ve muâmelât, hem de ahlâk alanını kapsar. Bu itibarla dînî anlayışta ahlâk felsefî ahlâktan daha farklıdır. Felsefî ahlâkta ahlâkın lüzûmu ve öneminden değerlerine ve uygulanmasına kadar herşey, yoruma ve tartışmaya açık olduğu gibi, daha çok bir nazariye ve teoridir. Dînî ahlâk ise nazarî esasları olmakla birlikte, daha çok pratik ve uygulamalıdır. Bu yüzden İslâmî ilimler içinde ahlâk ilminin bağımsız bir ilim hâline gelmesi İslâmî ilimlerin teşekkülünden daha sonraki devirlerdedir.

Asr-ı Saâdet’te Kur’ân’ın rûhu ve mesajı içinde meknûz bulunan İslâm ahlâkı, Hz. Peygamber ile ete ve kemiğe bürünerek davranış ve model olarak hayata yansımıştır. O model insanın etrafındaki altın nesil, o motifi kendi kumaşlarına oradan alıp gergef gergef işlemişler ve İslâm’ın ahlâk çiçeği her sahabîde kendi kabiliyetine göre ayrı bir renk, ayrı bir koku ve güzellikte açmıştır.

Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri dışındaki hâlleri, O’nun ancak yanında bulunanların hissederek öğrendiği ve tanıdığı yanı idi ki, O’nu görenlere sahâbî kimliği kazandırıyordu. O’nun nazarından yansıyan şua, değdiği bedenlerin ruhlarında ahlâkî yükselişe zemin hazırlıyor, mânevî irtifâa kanat açtırıyordu.

“Ashâbım yıldızlar gibidir, onlardan hangisine tabî olursanız hidâyeti bulursunuz.” (Keşfü’ü-hafâ, I, 132, hadis: 381) nebevî mesajı aslında bu hakîkatin ifâdesidir. Sahâbenin tâbiîne, tâbiînin etbau’t-tâbiîne emânet bıraktığı bu mîras, hadis ve sünnet kültürü içinde yazılı hâle geldiği gibi, kelam ve felsefe içinde fikir olarak, fıkıhta muâmelât olarak görülmüş, tasavvufta ise amelî olarak uygulanmıştır.

Sûfîlerin büyük bir çoğunluğu tasavvufu ahlâk, edeb, istikâmet, kalb tasfiyesi, ya da nefs tezkiyesi gibi ifâdelerle tanımlarken aslında tasavvufun amelî ahlâk olduğuna işâret etmiş olmaktadırlar.

Ahlâkın müeyyidesi vicdan ve Allah korkusudur. Vicdanların ve yüreklerin belli kalbî kıvama erişmesi ahlâkî yükselişin zeminini hazırlar. Bu yüzden Allah Rasûlü: “İyilik güzel ahlâktır, kötülük vicdânını rahatsız eden, duymasını istemediğin şeydir.” (Tirmizi, Zühd, 52; Müsned, IV, 182) buyurmuştur.

Bir başka hadiste ise: “İyilik nefsin huzûr bulduğu şeydir. ‘İsm’ denilen kötülük ve günah ise gönlü ve sadrı sıkıştıran rahatsız eden şeydir. (Müslim, Birr, 14) buyurulmaktadır.

Müminlerin, insanlar nezdinde keyfiyet ve kalitelerindeki ölçü, ahlâktır. Nitekim Allah Rasûlü “Sizin en hayırlınız ahlâkı en güzel olanınızdır.” (Buhârî, Edeb, 39) buyurur. Şüphesiz Allah nezdindeki kalitenin ölçüsü ise takvâdır. (bk. el-Hucûrât, 49/13). Ancak insanların onu ölçebilme imkânları yoktur. O, insanlara meçhûl bir keyfiyettir. Ahlâk ise davranış hâlinde zâhir olduğu ve daha çok da insânî ilişkilere yansıdığı için kişilerin hemen kolayca farkedebileceği bir durumdur.

Tasavvuf ricâli, ahlâkî eğitimi bir tezkiye ve tasfiye ameliyesi olarak görürler, bu yüzden tasavvufî ahlâk eğitimi genelde amelî ve pratiktir. Bir model insanın etrafında onun öngöreceği riyazet, mücâhede ve zühd yöntemleriyle gerçekleşir. Tasavvuf ehli uygulamada tasavvufu pratik yönüyle görmüşlerse de güzel ahlâkın ve kötü huyların temelleri konusunda hayli yorum ve hikmet nazariyeleri geliştirmişlerdir. Kitabü’z-Zühd geleneği ile başlayan tasavvufî ahlâka âid çalışmalar daha sonra diğer tasavvuf klasikleri ile gelişmiştir. Tasavvuf klasiklerinden özellikle İmam Gazzâli’nin İhya’i Ulûmi’d-din’i ile, Mevlânâ’nın Mesnevi‘si oldukça önemli bilgiler vermektedir.

Tasavvuf ehli, insandaki gadap ve şehvet gücünün eğitilmesi konusunun gerçek bir ahlâk problemi olduğunu ifade etmektedir. Yine tasavvuf ehline göre güzel ahlâkın dört temeli vardır. Onlar da sabır, iffet, şecâat ve adâlettir.

Bunlardan Sabır, kişinin gadab ve öfkesine; şehvetine nefsine hâkim olmasına yarar. Sabır sâyesinde kul ezâ vermekten kaçınır, yumuşak huylu ve sakin tabiatlı, serinkanlı ve dengeli olur.

İffet, söz ve davranışlarda şehvetin etkisiyle kötü, çirkin ve yerilen davranışlardan uzak kalmayı sağlar. İffet ve haya kişiyi yüz kızartıcı suçlarla birlikte cimrilik, yalan ve gıybet gibi kötü fiillerden uzaklaştırır.

Şecâat, nefsin sevdiklerinden ayrılabilme gücü demektir. Şecâat sâyesinde insan ahlâkî değerleri tercih eder cömertlik ve el açıklığı kazanır. Gücü yettiği hâlde hasmına saldırmak yerine nefsine saldırmayı yeğler, öfkesini yutar.

Adâlet, davranışlarda aşırılıklardan kaçarak ortayı bulmaktır. Adâlet bir denge duygusudur. Cimrilik ile müsriflik arasında iktisadı, cüret ve korkaklık arasında şecâat ve cesâreti sağlar.

Kötü ahlâkın temelinde de şu dört şey vardır: Cehâlet, zulüm, şehvet ve öfke.

Cehâlet, mârifet ve bilgiden mahrûm olmak demektir ki, insana güzeli çirkin, çirkini güzel, tamı eksik, eksiği tam gösterir. Bilgi ve mârifetle, mânevî tecrûbe ile zâil olan cehâletin yerine irfan geçer. Bu da kişinin önce kendisini tanıması keyfiyetinden başlar. “Kendini tanıyan Rabbini tanır.” kuralından hareketle aslolan insanın kabiliyet ve zaaflarının farkına varması, zaaflarını düzeltmeye, kabiliyetlerini geliştirmeye yönelmesidir. Ahlâk eğitimi var olan kabiliyetin ortaya çıkarılmasıdır. Yaradılaşa yeni bir kabiliyet ilka etmek değildir. Yûnus’un;

İlim ilim bilmektir

İlim kendini bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır.

Sözleri ilim ve irfanın kendini tanımaktan geçtiğini göstermektedir.

Zulüm, adâletin zıddı olup neyi nerede yapacağını bilememek, eşyâyı, tavır ve davranışları olması gerekenin dışında kullanmak anlamınadır. Kişi zulüm hastalığına mübtelâ ise susması gereken yerde rıza göstermez, kızıp öfkelenir. Kızması gereken yerde de susar.

Şehvet insanı hırsa, hırs mal sevgisine o da cimrilik ve iffetsizliğe götürür.

Öfke kişiyi küfre, kin ve hasede, düşmanlık ve hezimete götürür

Bunların temeline bakılacak olursa iki şeyin varlığı görülür. Zaaf ve kuvvette ifrat yani aşırılık. Zayıflıkta aşırılık, cimrilik, rezillik, hırs ve dünya sevgisi gibi özelliklerin doğmasına etki eder. Güçte aşırılık ise zulüm, öfke, hiddet ve yüz kızartıcı işlerin meydana gelmesine etki eder.

Ahlâkın temel kaynağı, daha önce de ifade ettiğimiz gibi dindir ve dinin fıtrata uygun olarak geliştirdiği vicdandır. Dinden soyutlanan ahlâk anlayışında ortaya çıkan bireyselleşme ahlâkın etkisini, sosyal ve mânevî müeyyidesini azaltmaktadır. Ahlâk anlayışı dini değerlerden uzaklaştıkça bireyselleşen insanların kutsallık duygularını zaafa uğratmakta, bu da fıtratı bozan bir yapının ortaya çıkmasına etki etmektedir.

İnsanların fıtri olan dini duygu ve ahlâk anlayışının bozulması, insanlığın huzur ve mutluluğunu tehdid etmektedir. İnsanlık fıtrata bağlı ahlâk normlarına dönmediği takdirde kendi kendini ifnâ etmeyi sürdürecektir. Bu yüzden ahlâksız olmaz.